Şu Trakya’ya da Asya deyiverselermiş keşke.
Kıta karmaşası yaşamazmışız böylece.
Bir keresinde Rusya’da Yekaterinburg’a gitmiştim.
Orada da Ural dağları, Avrupa ve Asya’yı ayırıyordu.
Onlar Avrasya’ya Evrazya diyorlardı.
Levent’de oturan nasıl oluyor da Avrupalı oluyor da, Modalı Asyalı sınıfına giriyor.
Kalamış’tan Cağaloğluna gide gele kültür bunalımına girmiştim çocukken.
Ben kimlerdendim acaba?
Alman eğitimi alıp akşama Kadı’nın köyüne dönmek kolay mıydı sanıyorsunuz?
Az daha mıydıyı bitişik yazıyordum ki son anda farkettim.
Sıkma başlı karıları olan adamların, bizi Avrupa’ya sokma çabaları sırasında yazıyorum bu yazımı.
Oysa kadın her yerde kadın.
Başını
da bağlatsan, giyiyor dapdaracık pembe bir pantolonu, sürüyor aynı
tonda rujunu, bir çok üstsüzden de daha çekici olabiliyor.
Dikkat çekmek her insanın en doğal içgüdüsü çünkü.
Bir yudum şarabı dudağına deydirmeye korkan bu adamlara mı kısmet olacak yoksa bu gün.
Kızıl Dany geçenlerde bir yabancı televizyonda şöyle diyordu:
“Istanbul’a bakarak aldanmayın. Diyarbakır ne zaman yaşam düzeyi olarak Istanbul’a benzerse, o zaman Türkleri AB’ye alabiliriz”
Adama kızmanın anlamı yok.
Türk dostu bile sayılabilir aslında.
Her platformda bizden sempatiyle bahsediyor Daniel Cohn-Bendit.
Neyse, aslında ben Avrasya koşusunu anlatacaktım.
Koşanlar olmuş, ben de duydum.
Biz yürüyen amele takımındandık.
Pazar sabahı, beş saat uykuyla kalkıp, sağanak yağmurda otobüs durağına gideceğimi, on gün önce biri söylese ters ters bakardım.
Ancak, otuz beş yıllık okul arkadaşlarım, bu özel günlerini bizimle geçirmek istediklerini söyleyince akan yağmurlar durmuştu.
Okulumuzun internet sitesinde bir arkadaşım, “Tunç taa Antalya’dan kalkıp geliyormuş. Haydi hep beraber Avrasya koşusuna” deyince daha bir duygulanmıştım.
Benim hesabıma göre en azından on beş kişi filan olacaktık.
Neyse, sabah erkenden İnönü stadının önünde sıraya girdik.
Taksi ve otomobil alışkanlığından sonra, yeşil otobüslere yeniden bineceğimiz için heyecanlanıyorduk.
Eşimle birlikte, yüzlerce kişinin bizden önce binmesini yağmurun altında bekliyorduk.
Ellerinde bayraklarla herkes sevinçli bir telaş içindeydi.
Sıranın bize gelmesine az bir zaman kala, Ayşegül uyku sersemliğinden olduğunu umduğum şöyle bir soruyu sordu:
“-Demin önümüzdeki insanlar nereye gittiler Tunç?
-Belediye zabıtası onları topladı, kısırlaştırıp toplama kamplarına yerleştireceklermiş Ayşegül.”
Gerçekten zor bir sabahtı ikimiz için de.
Yarışma için Boğaziçi köprüsü trafiğe kapatıldığından, Fatih köprüsüne yönlendik.
Otobüsün şoförü, bu güzergahtan nasıl gidileceğini bilmiyormuş.
Yarışmacıların tarifiyle yolumuzu bulduk.
Şoför bu arada, sporcular ısınsın diye yol boyunca sigara içerek güne katkıda bulundu.
“Bunlar sporcu nasıl olsa” diye düşünmüş olsalar gerek.
Bizi, yarışmanın başlangıç noktasının iki kilometre kadar uzağında indirdiler.
Ciddi
koşucular için 42 kilometrelik bir maraton, onlardan biraz zayıfları
için 15 kilometrelik bir başka yarış, bir de bizim gibi,
“dünya gözüyle şu köprüyü yürüyerek bir geçek” grubu için de yürüyüş vardı.
Şaka maka, bizim gibi kekliklere bile sekiz kilometre parkur hazırlamışlardı.
“Yaa şimdi bakkala kadar kim inecek, ederim bir telefon, sallandırıveririm sepeti aşağı” sportmenliğinde olan bizler için, Acıbadem köprüsünden, Taksim’e kadar yürüyerek varabilmek biraz zor gözüküyordu.
Elin Japonu, Amerikalısı, Korelisi, Almanı, Fransızı önümüzde hızla ilerlemeye başlayınca biz de atmosfere girdik haliyle.
Arabayla hemen bitiveren yollar ne uzunmuş meğerse.
Mesela o köprü git git bitmiyor.
Hadi o bitiyor, Mecidiyeköy yokuşu başlıyor.
Ben orasının bir yokuş olduğunu bu vesileyle öğrendim.
Pusetiyle
bebeğini getirenler, özürlü arkadaşlarının tekerlekli sandalyesini
iterek bu güzel havayı soluyanlar, hep bir aradaydık.
Kamyonet üstü WC de dahice bir buluştu.
Yavaş yavaş giden araca atlayıp, plastik mavi kapılı tuvalette hacet görülüyordu.
Bu işi ya da çişi, sadece hijyen kaygısı duymayan erkekler yapıyordu.
Yarışmanın startı ile birlikte duran yağmur, biz yarışı Taksim’de tamamlayıncaya kadar avans verdi bizlere..
Dönüşte taksiye utanarak bindik.
Ama, yorgun kaslarımız, bizi Taksim’den Nişantaşı’na zor taşıyacak gibiydi.
Ellerimizde madalya ve tişörtlerimizle, ıslak ama gururla girdik evden içeri.
Kızımızın bize, “yaş dönümü herhalde, kafayı sıyırmışsınız siz” demesine de aldırmadık.
Arkadaşlarım mı, onlar gelemedi..
Hava biraz yağmurluydu, yerler ıslaktı, hakem eşcinseldi gibi geçerli nedenleri vardı.
Olsun, biz onlar için de yürüdük.
Seneye hepsinin katılacağına soyadım gibi eminim..
Tunç Müstecaplıoğlu
03.10.2005