Şu mendebur cadde ne yapıyor da beni kendine çekiyor anlamıyorum.
Pisliğinden, kalabalığından, güvensiz olmasından ne kadar şikayet etsem de, her Istanbul’a gidişimde sanki beni bir mıknatıs çekmiş gibi kendimi orada buluyorum.
Bu kez güvenliğim tam, çünkü yanımda kızım var.
Her köşesini karış karış biliyor.
Bazı arkadaşlarının aileleri Beyoğlu’na gitmelerine izin vermiyorlar.
Oysa Su’nun okulu Beyoğlu’nda.
Benim endişelenmemi de anlamsız buluyor ve bana orada dolaşma yöntemlerini öğretiyor.
“çok gerekli olmadıkça cep telefonunu ortalarda gösterme, çantanı sıkı tut, çevrene dikkatli bak..”
Talimatları keskin, ama kendisi de uyguluyor.
O, bugün yine benim fotoğrafçım.
“Şunun resmini çeker misin deyince” hemen düzeltiyor.
“Baba bu fırça değil ki resim yapalım, ben fotoğraf çekiyorum”
Evvelden ben de anneannemle bazen böyle dalga geçerdim.
Beyoğlu, nam-ı diğer Pera yıllardır her türden insanı kucaklamış.
Bir zamanlar, insanların bir davete gider gibi giyinip süslenerek gittikleri o gizemli Beyoğlu.
Artık böyle zorunluluklar yok haliyle.
Moda deyimle “kimse kendini kasmıyo” oraya giderken.
Adeta bir Istanbul mozaiği.
Tünel’den yürümeye başlıyoruz.
Hani şu her yanı müzik aletleri satan dükkanlarla dolu olan Tünel.
Diyenlerin yalancısıyım, bizim Tünel Avrupa’nın ilk ve en kısa metrosu imiş.
Galatalı bankerler, Pera’daki evlerine ulaşmak için yaptırmışlar onu.
Tünel’in ara sokakları Prag ara sokakları gibi keyifli.
Dükkan isimleri burada da Türkçeyi unutmuşlar.
Kırk yıllık darbuka-tef satan dükkanın adı “Percussion” oluvermiş.
Canım darbukanın ritim saza evrimleşmesi gibi.
Nakliyeciler ne zaman Logistics oldular onu da hatırlamıyorum.
Ünlü Beytem Han, han olmaktan sıkılmış olmalı.
Çünkü artık Beytem Plaza diye yazıyor kapısında.
Dienarstor (D&R) adının bu kadar tutacağını ne Doğan'ın ne de Raks'ın patronları tahmin edememiştir.
Uzun süreli bir uykuya yatan tarihi Markiz pastanesi yeniden yaşama döndürüldü.
Renkli bezeleriyle selamlıyor şık misafirlerini.
Dekorasyonunu hiç değiştirmeden para kazanmayı sürdüren meşhur profiterolcu İnci gibi bir pastane, az vardır dünyada herhalde.
Pastanelerden söz açılmışken, İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın sahibi olduğu 57 yıllık muhallebici Saray'ı da unutmamak gerek.
BİR BAŞKADIR BENİM BÜYÜLÜ İSTİKLAL CADDEM
Korkutarak, kendine acındırarak ya da iğrendirerek dilenenler yok gibi.
Artık Avrupa sokaklarındaki gibi, çalınan bir şarkının ardından kibarca şapka gezdiriliyor Beyoğlu’nda.
Hollanda Konsolosluğu’nun eli ayağı yöneticisi, yontma taş devrinden arkadaşım Beliz Üke, mart ayında gelecek kraliçe Beatrix için bahçe içindeki mini sarayı ve kraliçenin gezi rotasını planlıyor.
Bir müzik evinden Portekizce ezgiler tınlıyor kulaklarıma.
Hemen yanı başında beyaz paltolu saksafoncular var.
Onların karşılarında da Che Guevara tişörtlü kemençeci sanatını icra ediyor.
Çöpleri eşeleyen adamın bunları fark ettiğini hiç sanmıyorum.
Bir kitapevi, vitrinine sabahlıklı bir kadın yerleştirmiş.
Kadın ayaklarını uzatmış, hem sigara içiyor hem de kitap okuyor.
Bir diğer vitrinde gözleme açan teyzeler var.
Vitrinde insan kullanmak çok tutmuş.
Vitrinindeki rahat koltuklara oturularak kahve içilen, Amerika'nın Kurukahveci Starbucks Efendi'si en güzellerinden.
Karşılıklı bir görüntü alışverişi oluyor haliyle.
Gelen geçenler vitrinde kahve içenleri dikizlerken, kahve içenler de caddenin hareketliliğinden yararlanıyorlar.
Tertemiz beyaz önlüklü seyyar içli köfteci, yanından sevgilisiyle sarmaş dolaş geçen kıza merakla bakıyor.
Bakılmayacak gibi değil ki.
Dar blucininin üzerinde siyah başörtüsü, elindeki sigara ve burnundaki hızma ile bu genç kız, adeta bir tezatlar abidesi.
Galatasaray Lisesi’nin önünde artık “Cumartesi Anneleri” oturmuyor.
Ya çocuklarına kavuştular ya da umutlarını yitirdiler.
Bu kez bir başka protesto gösterisi var.
Onların karşılarında da sert bakışlı polisler.
Hapishanelerdeki tecrite karşı olduklarını haykırıyor gençler.
Onlardan
biraz ileride, Türkiye Komünist Partisi'nin çıkardığı gazeteyi teatral
bir biçimde, her bir haberi yüksek sesle haykırarak satmaya çalışan
akranları şöyle sesleniyor:
"Bu ülkede açlığa, yoksulluğa karşı mücadele eden bir parti var."
O sırada leziz Ayvalık Tostçusu’nda kıvırcık peruğu ile bir travesti yemek yiyor.
KALDIRIMLARINA ARABA PARK EDİLMESİNE ALIŞMIŞ BİR IRKIN AHFADIYIZ
Hani bu caddeden sadece çın çın öten tramvay geçecekti.
Polis, zabıta, çöp kamyonları ve ne idüğü belirsiz bir sürü başka araç trafiği var her an.
Hatta bazıları park edip gitmişler bile.
Çiçek pasajı yanıp yeniden yapıldıktan sonra hiç eskisi gibi olmadı.
Bir tür resmi gazete donukluğunda.
Oysa yanı başındaki Sahne sokağı eski ruhunu koruyor.
Kokoreççiler, balıkçılar aynı eski yıllardaki kıvamında.
101 yaşındaki Saint Antoine kilisesi nasıl da görkemli.
Biraz ileride, kilisenin yaşça hayli büyük ruhani rakibi 410 yaşındaki Hüseyin Ağa camii çıkıyor karşımıza.
Bahçesinde, uzun tespihler satan çember sakallı mümin bir tezgahtarı da var.
Caminin tam karşısında ise bir Tattoo dükkanı.
Adı da (kendi de) Dandik..
Bu kontrast görüntüler olsa olsa Hindistan’da falan olur gibime geliyor.
Cami duvarının hemen altına oturmuş beş evsiz söyleşiyorlardı.
Biraz kulak konukları oldum.
Mini
transistorlu radyosunu kulaklıkla dinleyen çakır keyif evsiz,
çocukluğunda yaşadığı taammüden cinayet girişimlerini önemsizmiş gibi
anlatıyor:
“Rahmetli abim, bir gün beni yastıkla boğmaya
çalışırken annem benim uzun süre sessiz kalmamdan şüphelenerek salona
gelince beni mosmor bulmuş. Abimin suratına bi gömmüş. Sonra bir gün
yine yolda giderken abim birden benim bebek arabamı yokuş aşağıya
bırakmış. Yine annem koşarak durdurmuş. İyi adamdı rahmetli, ama beni
niye öldürmek istediğini hiç anlayamadım. Annem hem doğurmuş hem de iki
kez hayatımı kurtarmış benim.”
Alüminyum folyonun içindeki
soğumuş pilavını, plastik su şişesinin içindeki rakısına katık eden bir
diğer evsiz, anlatılanları dinlerken toprağı bol olsun abiyi eleştirir
gibi başını iki yana salladı.
Yaşama tutunamamış ama birbirlerine tutunmuşlardı bence..
Onların
hemen bitişiğinde, renkli ayakkabı bağları satan seyyar, evsizleri
küçümser bir edayla, sanki Eczacıbaşı’nın CEO’suymuş da bir yarışma
programı dolayısıyla geçici olarak orada bulunuyormuş gibi dinliyor
onları.
SİNEMALARI, RESTORANLARI, DÜKKANLARI İLE BİR BAŞKA ALEMDİR BEYOĞLU
İnsan tünelinin içinde ilerliyoruz.
Antalya’ya hiç gelmeyen film afişlerine bakıyorum imrenerek.
Alkazar sinemasının kapısında orta okuldan arkadaşım Sacit ve karısıyla karşılaştım.
Koreli yönetmen Kim Ki-Duk'un 13. filmi olan Zaman'a gelmişler.
Oysa onca sinema sevgime rağmen benim, Kim beyin kim olduğundan hiç haberim yokmuş meğerse.
112
yaşındaki Rebul eczanesinin ikinci kuşak sahibesinden doğum tarihlerini
öğrendikten sonra, daha nice sağlıklı yıllar dileyerek ayrılıyorum.
Badem ezmelerinin doyumsuz lezzeti ile tanınan Ali Muhiddin Hacı Bekir ise daha da eski.
Tam 230 yaşında.
Fransa’da beş yüz yıllık bakkal görenlere bir şey ifade etmeyebilir, ama burası Türkiye.
Kapısına gururla “since 1999” yazan işyerleri tanıyorum ben.
Yoksa siz hiç, “1.Geleneksel Feşmekan Festivali” afişi falan görmediniz mi?
Belli ki geleneksel olmaya niyet kuvvetli.
O nedenle de organizatörleri, daha birincisini düzenlerken basmış beze gelenekseli.
Yerdeki kanalizasyon ve su kanalarından, gece yarısından sonra tuhaf yaratıklar fışkırıyor Beyoğlu’na.
Onlardan bir tanesi, yeni yılı kutlayacağım derken bir başka genci, havaya ateş ettiğini sandığı tabancasıyla vurarak öldürdü.
Enerji alışverişi azami düzeyde Beyoğlu'nda.
Siz İstanbul’u ve Beyoğlu’nu bir de Fatih Akın'ın İstanbul Hatırası: Köprüleri Aşmak filminde izleyin.
Bence, bu film İstanbul’un tanıtımında kullanılabilecek öncelikli kozlardan biri olmalı.
Beyoğlu’ndan kim vazgeçmiş ki ben vazgeçeyim..
Tunç Müstecaplıoğlu
12.01.2007