Ya da Yunancasıyla “Kalos irfate stin Kriti”. Neredeyse gittiğimiz her yerde bu içten sözcükle karşılaştık. Atatürk’ün İstanbul’undan kalkıp Venizelos’un Atina’sına indiğimizde, henüz Atanın çağdaşı, 85 yıl önce pek te anlaşamadığı bu devlet adamının Giritli olduğunu bilmiyorduk.
AKTOB ile TUİ’nin ortak girişimi olan Girit gezisi, daha önce yapılan
Kanarya Adaları, Costa del So, Algarve ziyaretlerinin bir devamı
niteliğindeydi. İspanya ve Portekiz’den sonra Yunanistan acaba dünya
turizminin neresindeydi?
Deniz ticareti, uluslar arası balıkçılık
dallarında bizden çok ileride olan Yunanistan, turizmde de şimdilik
bizden iyi durumda. Yada bir başka deyişle denizi iyi
değerlendiriyorlar.
10 milyondan fazla nüfusuyla yılda 10
milyondan fazla turisti ağırlıyorlar. Ve her dört turistten biri, yani
2,5 milyon kişi Girit adasına geliyor. Haritaya şöyle bir göz atın.
Kıbrıs’ın biraz batısında, aynı enlemde, aynı uzunlukta, ancak biraz
daha zayıfça bir ada göreceksiniz. İşte orası, 350 kilometre sahiliyle
Antalya’nın önemli rakiplerinden Girit adası. 700.000 nüfuslu adada,
1300 otelin 300.000 kadar yatağı var. Nüfusun yüzde 60’ı hala tarımla
geçiniyor.30 milyon zeytin ağacının bulunduğu adadan yılda 120.000 ton
zeytin elde ediliyor. Zeytinyağı, incir, muz, hatta kivi önemli tarım
ürünleri
Zeus’un doğduğu adada tüm mitolojik öğeler pazarlama
kozu olarak kullanılıyor. 4000 yıl öncesini bile günyüzüne çıkaran
Girit’ten çeşitli imparatorluklar gelmiş geçmiş. Antik Minos, Roma,
Bizans, Venedik ( 450 ) yıl, Osmanlılar ( 1645 – 1898 ) adanın
iktidarını sırasıyla ele geçirmişler. 1913 yılında o ana kadar bağımsız
olan adayı Venizelos Yunanistan’a bağlamış.
Girit’in çilesi henüz
dolmadığından 1941 – 1945 yılları arasında Alman işgalini de yaşamış.
Yine 1941 yılında adada yaşayan 6000 Yahudi, Amerika tarafından
kendilerine gönderilen gemilerle Amerika’ya kaçmaya çalışırken, bir
rivayete göre Almanlar, bir diğer rivayete göre de Yunanlılar tarafından
gemileri batırılarak öldürülmüş.
1645’te adayı ele geçiren
Osmanlılar Konya, Karadeniz ve İstanbul’dan ( Yeniçeriler )
vatandaşlarını göndererek onları Giritliler’le asimile etmiş. 1898
yılında İngilizlerin yaptığı halk oylaması sonucunda Giritliler
Osmanlılar’dan ayrılmak isteyince, devrin padişahı ll. Abdülhamit
Girit’e küsmüş ve Girit’in adını bile Osmanlı topraklarından telafuzunu
yasaklamış.
O yıllarda artık Yunanca konuşan Müslüman Osmanlı
kökenliler işkence görerek, hatta öldürülerek Hıristiyan olmaya
zorlanınca padişah çevreden gelen ricalara dayanamayarak Girit’e gemiler
göndermiş ve binlerce Giritli Müslüman’ı Anadolu’ya getirtmiş. ( İşte
Girit kökenli Barut’ların anneanne ve dedeleri bu yolculukta
tanışmışlar.
Ayvalık’tan Mersin’e kadar 150 köye yerleştirilen
adalılar, 1920’li yıllardaki büyük değişime kadar huzur içinde
yaşamışlar. Hatta padişaha şükranlarını iletmek için yaşadıkları
köylerin bazılarına padişahın oğullarının adlarını vermişler.
“Göreceksin
Hanya’yı Konya’yı” özdeyişini Girit’te gerçekleştirdik. Adaya 1913
yılına kadar başkentlik eden Hanya’yı (60.000), Heraklion (360.000) ve
Rethymno (40.000) şehirlerini gördükten sonra ziyaret ettik. Zeus ve
Venizelos’u doğuran Hanya’da, çağımızın yaşayan iki efsane sanatçısı,
Zülfü Livaneli’nin yakın dostu Theodorakis ve Nana Mouskuri de dünyaya
gelmiş. Neredeyse Antalya kadar turist ağırlayan Girit’in, biri
Heraklion’da diğeri Hanya’da iki uluslar arası havalimanı var.
Manavgat’a havalimanı yapmayı planlayanlara hızlanmaları gerektiği
önemle duyurulur. Sadece Hanya’da sekiz yazlık sineması olan Girit’in
sosyal hayatı da hayli renkli. Almanlar onların da vazgeçilmez
misafirleri. Adalılar bu ikinci, ancak bu kez barışçı istiladan hayli
memnun. Girit’e gelenlerin yüzde 70’i tarihi müttefikimizin
vatandaşları. Almanları İskandinav, Hollandalı, Belçikalı, Avusturyalı,
İngiliz ve İtalyan turistler takip ediyor.
Yunan bayrağının da
renkleri olan mavi ve beyaz adanın hakim renkleri. Pamfilya’nın, halen
kullanılan bir kadın adı olduğunu ve “herkesin dostluğuna” anlamına
geldiğini orada öğrendik. Bahçe, dolma, vişne gibi birbirine benzeyen
onlarca ortak sözcüğümüzün olduğunu da.
Bu palavrayı kim sıkmış
doğrusu merak ediyorum. Pırıl pırıl, yepyeni, tertemiz oteller gezdik ve
konakladık. Eskilerinin de mihrabı son derece yerindeydi. Çakı gibi
yöneticiler, kat hizmetleri görevlilerine kadar dil bilen, candan
gülümseyen çalışanlarıyla komşumuzun turizm ruhu yıllar önce gelişmiş.
Santralistler telefonları Kalimera ( Günaydın, Merhaba ) diye açıyor,
garsonlar ise Yamas ( Şerefe ) diye kadeh kaldırarak dillerini her
ulustan gelen misafirlere sevdirmeye çalışıyorlar.
Yılda 100 bin
adet gül ya da tonlarca zeytinyağını armağan eden oteller tanıdık.
Bahçesinde otuz çeşit hayvanı barındıran, su kaplumbağalarına sahip
çıkan yöneticiler gördük. Bir ilginç yönleri de neredeyse her otel
müdürünün elinde tespihle dolaşması. Artık ya sabır mı çekiyorlar, yoksa
dini bir nedeni mi var, araştıramadım. Çünkü bana kahvehane kültürünü
çağrıştıran tespihe daha sempatiyle bakarak döndüğümü itiraf edeyim.
Bir
dönümlük alan içerisinde, ısıtmalı havuzlu dubleks bir villaya günde 10
bin Euro verir miydiniz? Seve seve verenleri varmış. İşte böyle
marjinal tesisleri de gezdik. Tur operatörleri iyi satılan bazı otellere
100 gün süreyle yüksek sezon fiyatı ödüyorlar. Çalışanların sosyal
hakları da göz kamaştırıcıydı. Sezonluk çalışanlara devlet,
çalışmadıkları sürece başka sektörlere atlamasın diye parasal destek
veriyor. Buna rağmen bir otel çalışanı için hayatın çok pahalı olduğunu
söylüyorlar. Giritli bir garson bizimkilerden üç kat daha fazla
kazanabiliyor.
İstikrarı sağlayan turizm politikaları,
misafirlerin yeniden gelme oranlarını yüzde 50’lere kadar çıkarmış.
Geçmişini çok iyi bilen ve tanıtan Yunanlılar, geleceğini de iyi
pazarlıyor. 2004 Olimpiyatları’nı kapan Atinalılar şimdiden
organizasyonun hediyelik eşyalarını satarak Euro’ları topluyorlar.
Bilinen
ilk lezbiyen sanatçı Sabfo’nun yaşadığı Lesbos adası ve eşcinsellerin
Egedeki başkenti Mykonos adası ünlerine ün katıyor. Mevlana’nın “kim
olursan ol gel” felsefesini de bizden daha iyi uyguluyorlar.
“On
yıl öncesine kadar Türk kahvesi diye içtiğimiz kahvenize bir emirle
Yunan kahvesi demeye başladık”. Bir yunanlı otelcinin bu içten
itirafıyla Yunan derin devletinin kulaklarını çınlatmaya başladık.
Ama
onlar Giritli. Bölgemizde yaban keçisi, çokça da “geyik” diye tanınan
dağ keçisi onlarda da var. Kri Kri adını verdikleri bu sempatik keçiyi
avlamak için çok sabır ve kondüsyon gerekiyormuş.
Bakımsız sokak
kedileri, ağaçlardan kancalarla sarkıtılarak satılan muzları, salkım
saçak elektrik kabloları, demir filizli binaları, geyik muhabbetine ve
futbola meraklı, kurallara pek uymayan şoförler, kahvede tavla, blum
oynayan ihtiyarlarıyla sanki bizden biriydiler.
“Bizde teklif yok
ısrar var” sistemi Girit’te de geçerli olduğundan, günde dört – beş
öğün yemek yiyerek bellerimizi kalınlaştırdık. Gezdik gördük,
bilgilerimizi tazeledik. Yeni dostlarımız oldu. Yirmişer kelime Yunanca
sesler çıkarmaya başladık. Vedalaşırken ekimde Antalya’ya geleceklerinin
sözünü aldık. Bence çok yararlı bir geziydi. Emeği geçenlerin tuttuğu
altın olsun..
Tunç Müstecaplıoğlu
05.09.2002