1960‘lı yıllardan hoş bir seda olarak hayal meyal anılarımızda kalan
tramvay, birkaç yıldır yeniden, İstanbul’da yaşanların hizmetine girdi.
İlk
geldiği yıllarda atlarla çekilen tramvayın önünde, bir elinde
çıngıraklı bir adam koşarmış, halk bu gavur icadının altında kalmasın
diye.
Trafikten kaldırılmasının en önemli nedeni, hızlarının şehir
trafiğine uyum sağlayamaması olmuş gariban tramvayın. Elektriğe bağımlı
olması ve o yılların İstanbul’unun elektriğinin daha da sık kesilmesi,
tramvayın ipini çekmiş. Artık sadece İETT müzelerinde görebileceğimizi
sandığımız tramvay, birdenbire karşımıza, hem de yepyeni bir form
değişikliği ile çıktı. Japonya’daki hızlı trenleri andıran, bu genç
nesil hızlı tramvayların vatmanları daha bir aydınlık yüzlü. Mikrofonik
sesleriyle, yaklaşılan durakları bile bildiriyorlar; kalabalıktan
salamuraya dönmüş yolculara. Günde yaklaşık 200 bin kişiyi taşıyan bu
şık çağdaş toplu taşıyıcılar, sözüm ona, özel tramvay yolunda hızlı
ulaşımı sağlayacaklardı. Ama olmadı.
Ne iş yaptıkları bilinmeyen,
bir sürü resmi ve sivil plakalı otomobil; tramvay yolunda cirit
atıyorlar. Hatta rayların üzerinde manevra yapanları, park edenleri bile
mevcut.
Arası birkaç yüz metreyi bile bulmayan Gülhane Parkı ile
Sirkeci arasında sabrınız olur da bekleyebilirseniz; yaklaşık bir saat
keyifle bunalabilirsiniz(!). Ne idüğü meçhul otolar seyrelince
hızlanılır artık sanıyorsunuz, ama hayır. Bu kez de, kendisini kutsal
öküz sanan yayalar çıkıyor piyasaya. Onları eski yıllardaki gibi uyaran
tramvay çıngırakçıları da olmadığından, gezeleyip duruyorlar rayların
üzerinde.
Anlayacağınız şık ve taze tramvaylarımız, müzedeki
atalarından pek de hızlı gidemiyorlar. İstanbul’un çıldırmış 1994
trafiğinde. Metronun açılacağı günü merakla bekliyorum. Acaba köstebek
kılığına girerek, tıkayabilecekler mi yer altı trafiğini?
Singing in the Tramvay
Güzel
şeyler de yaşanmıyor değil tramvay dünyasında. Örneğin, geçenlerde
Sultanahmet durağından, ikisi kadın ikisi erkek, orta yaşlı dört
Amerikalı tramvaya bindiler.
Mavi Cami’yi de görmenin heyecanıyla, Alanya’da hiç duymadığımız Amerikan aksanlarıyla, İngilizce söyleşiyorlardı.
Tüm
tramvay ahalisi olarak bizler, bir cenaze cemaati gibi sessiz ve
somurtkanken, bu ithal neşe çok tuhaf kaçtı Eminönü dolaylarında. Bizler
asmışız suratımızı mis gibi bunalıyoruz, yolculuğun bu son iki
etabında; Amerikalılarsa pür neşe, turistik moral durumlarıyla.
Birden,
kadınlardan biri işi iyice ilerleterek, Amerikanca bir şarkıyı,
yüksekçe bir sesle söylemeye başlamasın mı. İki adam da kendisine
ıslıkla vokal yapıyorlar. Diğer kadınsa, gülümseyerek, bizim toplu
bunalımımızı gözlemlemede.
“Bosna”, “yerel seçimler”, “n,olacak
bu memleketin hali” psikolojisindeki yerli yolculara bu içten neşe, iki
numara kadar büyük geldi haliyle.
New-York Metrosu’nun mesai
saatlerinde, iki Türk çift ansızın “Köprü Altı Cam Cam” türküsünü
söyleselerdi, Amerikalılar da şaşırırlardı; bu kel alaka neşeye.
Neyse,
bizler hayretler içerisinde, öğle sularında, tramvayda Manhattan
Transfer dinliyoruz. Bazılarımız hala sert nazarlarla; “Fener affeder,
ben affetmem ..” gibisinden bakıyorlar ama , tramvayda, kısa sürede
gülümseyen bir ifade hakim oldu.
Sirkeci’ye yaklaşırken portatif
Amerikan orkestramız, neşelerini tüm tramvaya yaymıştı bile. Şarkıları
bilse yolcular da katılacak neredeyse. İçlerinden top sakallı olanı,
tramvayda yer olsa, köşede oturup şarkıları mırıldanmaya çalışan, kolej
giysili genç kızı dansa bile kaldırabilirdi.
Son durak
uyarısıyla, hep birlikte iki duraklık rüyamızdan uyandık. Hani vaktimiz
olsa, takılacağız tüm kompartıman Amerikan orijinli neşe kaynağımızın
peşine. Yoktu tabii. Dağıldık Sirkeci’nin Bombay kalabalığına.
Ben
Kadıköy vapuruna seğirttim. Vapur bıraktığım gibiydi. Seyyar
pazarlamacılar, sert bakışlı yolcular, sakat çocuğunu göstererek
dilenenler.
Acaba, yarın yine tramvaya mı binsem?
Tunç Müstecaplıoğlu
27/02/1994