Bir arkadaşımızın kız kardeşi geçenlerde İstanbul’da evlendi. İki genç bir otelin balo salonunda muratlarına ererken, bizler çıktık kerevetlerine. Masalmış gibi anlatıyorum çünkü rahmetli Lady Di gelse gecenin görkemini kıskanırdı.
Hele çiftin bir foto belgeseli vardı ki görülmeye değerdi. Gelin ve
damadın çocukluklarından başlayan foto arşivleri, okul anıları,
tanışmaları ile sürdü, gezileriyle sona erdi. Adeta, Can Dündar’ın “Sarı Zeybek” belgeseli gibi dokunaklıydı.
Nitekim,
salonda çifti tanıyan tanımayan hepimizin göz pınarları seyreldi.
Perulu sanatçının gitarından çıkan Latin nameleriyle everdik gençleri.
Bir İstanbul aşkı, Fadime ile Satılmış’ın görücü usulü evlenmelerine
benzemiyor haliyle. Neredeyse tüm kıtaları gezmişler görebildiğim
kadarıyla.
Yeni evlileri kutlama sıram geldiğinde, üstüme vazifeymiş gibi sormadan edemedim: “20 yıllık evlilerden bile daha fazla gezmişsiniz. Görecek yer kaldı mı?” Arzu gelin hemen cevapladı: “Dünya o kadar büyük ki!”
Arkadaşım
düğün sahiplerinden olduğundan, 400 kişilik konukların neredeyse hepsi
gidene kadar oturduk. Güney Amerika ezgileriyle başlayan gece sonlara
doğru, “hadi artık evlerinize” der gibi teknolojik bir cayırtıya dönüştü.
Gelinliği
gördükten sonra kendisini cep telefonuyla mesajlaşmaya veren kızım,
mesaj beklerken bir yandan da kolumu sıkıştırıyordu: “ne zaman gidicez
baba?”
Gecenin yarısını çoktan geçip eve dönmeyi düşlerken,
Etiler’de bir gece kulübüne gitme fikri gündeme geliverdi. Her akşam kuş
gibi on iki olmadan uyumaya alışık bedenimi, “Club Türk”e sürükledim diyebilirim. İstanbul’un göbeğinde bir Türk kulübü neyin nesi olabilirdi acaba? Bu merakla yola koyulduk.
Son
günlerde İstanbul gece hayatında boğaz kesme geleneği başladığından,
girişte ve içeride sıkı bir polis denetimi vardı. Hani olayları okumamış
olsak, “acaba emniyet balosuna mı geldik?” diye karıştırabilirdik.
İçerisi
öylesine gürültülüydü ki, insanın yanındakiyle bile anlaşması zor
oluyordu. Böyle loş ve yüksek volümlü bir yerde insan birbirini kesecek
kadar nasıl kinlenir, anlaşılır gibi değil. Sahnenin hemen yanı
başındaki torpilli masamıza yerleştik. Kulübün, bol ışıklı, dönen robotu
da komşumuzdu. Masada ayva, hıyar, havuç gibi sağlıklı sebzeler de
mezemiz oldu.
Efendi tıraşlı klarnetçiden, saçları belinde
gitariste kadar kozmopolit, bomba gibi bir orkestra vardı. Assolist,
daha doğrusu tek solist Nalan hanım herkesi coşturdu. Eskiden
gazetelerde okuduğum geleneksel sanatçıyla kaynaşma görüntüleri ise
yoktu.
Okunan şarkılardan duygulanıp, sanatçının başından aşağı
gül dökme, ayakkabısına viski dökerek içme, garsonun ceketini yakma,
peçete fırlatma, balon patlatma gibi yaratıcı fikirler artık kalmamış.
Nalan hanım, sadece pet şişeden su içmesine rağmen, her şarkı arasında
kendisine şişelerce şampanya armağan edildi.
“Reklamın yeri yurdu olmaz. Etiler’de de namım yürüsün”
diye düşünenlerden bolca vardı. Her şarkı aralığında adı mikrofondan
okunsun diye şişelerce şampanya gönderildi Nalan hanıma. Sanatçı, her
seferinde kibarca, “ne zahmet ettiniz Süreyya bey” gibisinden bir şeyler
mırıldanıp kadeh kaldırdı.
Club Türk’e gelen hanımların neredeyse tümü, gecenin tadını dar alana rağmen dans ederek çıkardılar. Erkekler ise, “karı gibi oynamak bana yakışmaz” duygusuyla oturdukları yerden belli belirsiz omuzlarını oynatmakla yetindiler.
Kulübün
içinde yapay gül, pelüş ayı satan seyyar satıcılar da vardı. Bir tür
müzikli panayır yeriydi sanki. Bazı şarkıları Power Türk, Kral TV, gibi
kanallardan tanıyorum. Ancak aynı sanatçıyı uzun süre dinleme
alışkanlığım yok. Nalan hanımı artık zaplasam da Nilüfer’den “Acılara
Son” şarkısını dinlesem şansı yoktu yani.
Sanatçımız şarkı söylemediği zamanlarda şeker bir huysuzlukla kulüptekilere bulaştı.
“Bu mikrofon vınlayacak demiştim sana tonmayster!”
“Yahu bizim memleketin genleriyle mi oynadılar? Nereye baksam renkli gözlü kadın görüyorum” diyerek lens takanlara da takıldı.
İzlemeye
gelen konuk sanatçıları da ihmal etmedi sanatçımız. Önce giyinik bir
dansözü sahneye çıkardı. Ardından da üçgen vücutlu, bir doksanlık, derin
dekolteli üçüncü cinsten bir beyefendi geldi. Güçlü sesiyle orta
kulağımızı titretti.
Sabaha doğru, biraz duman altı, çokça da
işitmez bir biçimde ayrıldık kulüpten. Acaba yatağa enine doğru mu,
yoksa boyuna doğru mu yığılsam diye hayaller kurarken Belek’deki mal
sahibimizin, “bizde teklif yok ısrar var” sistemi ile Gayrettepe’de bir işkembeciye yollandık.
Gerek gelenler, gerekse papyonlu çalışanlar çok şıktı. Alt tarafı sakatat yeniyor ama ambalajı fiyakalı. “Hamit Bey, oradan duble tuzlama çek evladım” gibi kurumsal hitaplarla haberleşiyorlardı kendi aralarında.
Üç
imparatorluğa başkentlik yapmış şehir uyanırken, bitap bir şekilde
sabah ezanıyla eve vasıl olduk. Demek ki ben her gece Eurosport
karşısında uyuklarken, İstanbul’da böyle bir yaşam da varmış..
Tunç Müstecaplıoğlu
02.05.2004