Kızım Su ile 7 yıldan bu yana ayrı ülkelerde yaşıyoruz. Baş başa tatil yapma kararı aldık geçenlerde. Her gittiğimiz yerde her nedense fahri rehber ben olurum, burada yolcu koltuğunda oturdum, şahane rehberim kızımdı. Aman ne rahatmış anlatamam. Zaten Japonya’ya gitmeyi de o seçti.
Shogun dizisi, Samuraylar, otomobiller, deprem, atom bombası, adalar ülkesi, Kuwai Köprüsü, Sumo, kamikaze, harakiri gibi yarım yamalak bilgiler vardı Japonya hakkında kafamda.
Gezip görünce biraz daha berraklaştı.
İşte size Japonya notlarım:
9 gün boyunca Tokyo, Kyoto, Osaka ve Hiroşima’yı gezdik.
Her gün ortalama olarak 5-10 kilometre yürüdük.
Eskiden iki adımlık yolu yürümeye üşenen kızım, meğer nasıl da hızlanmış, temposuna yetişmekte zorlandım.
Su’nun adres bulma becerileri sayesinde az kaybolduk.
Karşılaştığımız insanların neredeyse hiçbiri İngilizce bilmediği için, aradığımız yeri bulmak her zaman kolay olmadı.
İngilizce bilmeseler de, balıkçısından, garsonuna, otobüs şoföründen, tezgahtarına kadar inanılmaz misafirperverler.
Adres sorduğumuz bir polis yolunu değiştirerek, neredeyse 500 metre kadar bizimle yürüyüp gideceğimiz yeri gösterdi.
Vücut dilleri ile öylesine size adanıyorlar ki, insan yolu bilmediği ve zahmet verdiği için utanıyor adeta.
“arigata gosamasso” (teşekkür ederim) anlamına gelen bu sözcüğü ne kadar çok duydum hatırlamıyorum.
Hizmet sektöründe olan herkesin, kesinlikle gidip görmesi gereken bir ülke.
Açık alanlarda bile sadece belirli bölgelerde sigara içilebiliyor, yollar, araçlar, her yer tertemiz.
Banliyöleri ile birlikte yaklaşık olarak 38 milyon insanın yaşadığı Tokyo’da, musluktan şebeke suyu içilebiliyor dersem temizlikleri hakkında biraz daha fikir sahibi olmuş olursunuz sanırım.
Evsiz ve sokak hayvanı görmedik hiç.
Kedi sevme cafesi de olur muymuş demeyin, gözümüzle gördük, giriş ücretimizi vererek okşanmaktan bezmiş kedileri biz de azıcık mıncırdık.
Yaklaşık 127 milyon toplam nüfusları ile adeta bir üretim ve buluş canavarları şu Japonlar.
Pahalı bir ülke, 8-10 günlük bir tatil için kişi başı 5.000 $’ı gözden çıkarmak lazım.
Toplu taşıma ağları güçlü, taksiler de çok pahalı.
“Narita havalimanından şehir merkezine olan 70 kilometrelik yol için 250 $ alıyorlar” dersem, fiyatları hakkında daha net bilgi vermiş olurum.
Su bile Türkiye’den yedi kat daha pahalıya içiliyor.
Kızımın tercihi dolayısıyla ilk 5 gün sabah akşam suşi yedik, ben artık bir kaç ay çiğ balıkla göz göze gelmem sanırım.
Gözleri çekik falan değil, göz kapakları düşük.
Aslında benimkiler de öyle ama pek Japon’a benzemem.
Kafamda bir Japon tiplemesi vardı ve hep aynıydı.
Meğer onlarca farklı Japon varmış.
Çoğunlukla kapalı kadınların yaşadığı Umman’dan sonra, modern giyimli, bembeyaz Japonlar ile gözlerim bir tür bayram yaşadı.
4 farklı şehir gördük, ancak hepsi birbirine benziyor, kafam bulaşık teline döndü.
Hızlı trenler, temiz caddeler, tapınaklar, güzel kokular (bu arada Japonya’nın Japoncası Nippon koku anlamına geliyormuş) derken gördüğüm şehirler bir hayli birbirine benziyorlardı.
Şinkansen diye okunan hızlı trenleri şahane.
Saatte 603 kilometre hız yapabiliyorlar ve dünyada bir numara.
Tek yön yolculuk 120 $ da olsa, tıklım tıklım dolu her zaman.
“ne güzel giderken dışarısını da seyrederim hem” olmuyor haliyle, dışarı bakmaya kalkınca hızdan insan deniz tutmuşa dönüyor.
Şirayn diye okunan tapınakları nasıl da zarif.
Şintoizm ve Zen Budizm, bu topraklarda benimsenen dinler, sakin ve gürültüsüz.
Hele, “vay efendim nasıl ibadet edileceğini tam anlatamadın” diye kafa koparmak filan hiç yok.
Eski başkentleri Kyoto dünyanın en güzel şehirlerinden biri olsa gerek.
Ocakbaşının Japonca versiyonuna Tepenyaki deniyor.
Hela endüstrisi Toto markasının baskınlığında da olsa, meğer Toshiba melodili tuvaletler de yaparmış.
Ülkede Avrupa marka otomobiller yok denecek kadar az.
Japon’a bir Alman’ın Mercedes satması, bir İzlandalı’nın bize gözleme satması kadar zor.
Sadece Tokyo’da bir milyondan fazla wending aleti varmış.
Hani şu içine para atınca size kahve, meşrubat veren aletlerden.
Yani cebinizde bir miktar paranız varsa yolda, aç, susuz kalınmaz.
Bir miktar insan mikrop kapmamak adına ağızlarında maske ile dolaşıyorlar.
Yolda gezerken bir Maraş dondurmacısı çıktı karşımıza.
Dondurmacı Konyalı çıktı, bir Japonla evlenmiş, olmamış.
“Abi Japon kadınları soğuk oluyor, lafımı da geçiremiyorum, şimdi bir Koreli ile takılıyorum, onlar bize daha uygun” diye anlattı.
Küreselleşme böyle bir şey olsa gerek.
Deprem ve tayfuna denk gelmedik.
Beyzbol futboldan daha popüler.
Alman dakikliği ile yarışırlar.
Eyfel Kulesi ve Özgürlük Anıtı dahil bir çok objenin taklitlerini yapmışlar.
1 TL ile 35 Yen (Japon para birimi) alınabiliyor.
Göreceli olarak bizim paramız daha güçlü gibi görünse de havagazı.
Öyle altı sıfır atılarak ekonomi şampiyonu olunmuyor.
Savaştan mağlup ve bitkin çıkmışlarsa da, kolektif çalışma ile 70 yılda dünya devleri arasına girivermişler.
Her öğünde yağsız, tuzsuz pirinç yiyebiliyorlar.
Şişman insan yok denecek kadar az.
Japon restoranlarında çubukla yeme sınavlarından çaktım.
Çatal-bıçak isteyince tuhaf yüzlerle karşılaştım.
Adidas markası çok popüler Japonya’da.
Almanya’dan daha fazla satılıyorsa şaşırmam.
Caddelerde çöp tenekesi ara ki bulasın.
Elimizde çöpümüzle geze geze bir süre sonra çöple bir yakınlık doğuyor, sonrasında insanın atası gelmiyor.
Neredeyse herkesin elinde bir kaniş cinsi köpek var.
Köpekler adeta kuaförden yeni çıkmış gibiydiler ve genellikle sahiplerinden daha bakımlıydılar.
4 farklı şehrin, 6 farklı otelinde konakladık.
Bunca trafiğe bir şey kaybetmeden döndük ya kendimizi kutluyorum.
Hatıra olarak aldığım Japon rakısı Sake, Katar aktarması sırasında başıma dert oldu.
Umman’a gideceğim uçağın kalkışına 6 saat olduğu için Qatar Airways beni Doha’da bir otele gönderdi.
Gelin görün ki elimdeki yarım litre Sake ile 6 saatliğine kalacağım şehre girmem mümkün olmadı.
Gümrüğe tutanakla teslim ettim, dönüşte de aynı formalite ve törenle şişeme kavuştum.
Sumo güreşleri bizim döndüğümüzün ertesi günü başlıyormuş.
Ne yazık ki bu ilginç ve bizim yağlı güreşlerimizle birlikte dünyanın en anti estetik sporu seçilen etkinliği göremedik.
Japonya’da doğada yaşayan maymunlar var.
1964’den sonra 2020 yılında 2. kez Yaz Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmak için heyecanla hazırlanıyorlar.
Babam hep Istanbul’da bir Olimpiyat izlemeyi hayal ediyordu.
O göremeden gitti, benim de göremeden paketlenme ihtimalim yüksek.
Japon’a benziyor diye midir nedir Japon genç kızlarında bir İlhan Mansız hayranlığı vardı.
Riyokan denen yer yataklı klasik bir Japon evinde de kaldık.
Meğer ben artık yer yatağında pek rahat edemezmişim, onu anladım.
Otelin resepsiyonisti bilgili bir adamdı, bana 1863’de gereksiz bir iade-i ziyaret sonrasında Japonya denizinde batan Ertuğrul Fırkateyni Faciası’nı bile sordu.
Hiroşima’yı, yaşadıkları felaket dolayısı ile ayrı bir yere koymak gerek.
Amerika o zamanlar daha da küstahmış, Japonlar’la baş etmekte zorlanınca 3 gün arayla 6 ve 9 Ağustos 1945 yılında önce Hiroşima’ya sonra da Nagazaki’ye 2 atom bombası atarak Pasifik savaşını bitirmiş.
Geride sadece bu 2 şehirde 220.000 insanı öldürerek.
Henüz hiçbir Amerikalı resmi bir yetkili özür dilememiş.
Bombanın atıldığı yeri müzeye dönüştürmüşler, sağ kalanlarla yapılan söyleşileri izledik.
Ben kendi adıma insan olmaktan utandım.
Bir yerde okumuştum, “eğer 3. Dünya savaşı çıkar ve sonrasında hala yaşayan insan kalırsa, 4. Dünya savaşı ancak taş ve sopalarla yapılabilecek” diye.
Bir Japon 1 haftada Türkiye’yi ne kadar görüp anlarsa, biz de Japonya’yı o kadar görüp tanıdık işte.
Ey Japonlar, Ferhan Şensoy’un kitabından esinlenerek size diyorum ki, “İngilizce bilmeseniz de hepinizi I love you”