Bugün sizin son yolculuğunuzda yanınızdaydık.
Binden fazla insanın katıldığı törende, akrabalarınız, arkadaşlarınız, öğrencileriniz, okurlarınız, kısaca sevdikleriniz sizinle vedalaşmaya gelmişlerdi.
Bektaş koruluğu ne güzel, romantik bir köşe.
Alanya böyle bir yer miydi gençliğinizde?
Yemyeşil çamların arasında insan huzura doyuyor.
İmam, hiç anlamadığım Arapça dualar okurken ben, oğlunuzun size veda yazısını okuyordum.
“düşündüm de , yaşarken asla söyleyemediğim iki kelimeyi belki bugün duymak istersin:
Seni seviyorum babacığım”
Mehmet Ali’nin adına çok üzüldüm.
41 yılda, kim bilir kaç kişiye söylediği bu iki sözcüğü, size söyleyemeden ayrılmışsınız.
Gerçi, bakışları, davranışları, duruşu ile bunu fazlasıyla hissettirmiştir size.
Yine de, belli ki içinde sıkıntı yaratmış.
Bektaş’ın yokuşunu tırmanamayıp, bizi arabada bekleyen babama döner dönmez ilk sorum bu yönde oldu.
“baba, sizi sevdiğimi söylemiş miydim?”
Cevabı evet olunca rahatladım.
“Sevgi sözcükleri, sadece karşı cinse söylenmelidir” gibi bir tuhaflıkla, hangi tarlada yetişiyoruz acaba?
ALANYA İNŞAATA DOYMUYOR
Biz,
bu duygular içinde yaşamın bir gün bitebileceğinin gerçeği ile
yüzleşirken, Bektaş mezarlığının hemen yanı başında, iş makineleri yeni
yuvalar için kafamızı şişiriyorlardı.
Demek dağ taş dolmuş ki,
insanlar bir parça deniz manzarası görebilmek için, mezarlığın yanı
başında villa sahibi olmak istemişler.
Siz, Alanya’nın ilk
turistlerini ağırlamışlardan olarak, tahmin eder miydiniz hiç, binlerce
yabancının Alanya’da ev satın almak isteyebileceğini, hatta mezarlıklar
yaptırarak, Müslümanlarla aynı topraklara gömülmek isteyebileceğini?
Biz de mektuplaşmıştık sizinle.
Mehmet
Ali Dim’e, Gazeteciler Cemiyeti seçimleri sırasında yazdığınız sert
köşe yazınızdan dolayı sizin haksız olduğunuzu düşünüp, bu yorumunuza
aynı gazetede polemik yaratmayı doğru bulmayarak, size bir mektup
yazmıştım.
Siz de bana, o beyefendi üslubunuzla, sevgi dolu bir cevapla, olayları benim göremediğim bir açıdan göstermiştiniz.
VEDA RİTÜELLERİ DEĞİŞEMEZ Mİ HİÇ?
Bir hafta kadar önce Cameron Crowe’ın yazıp yönettiği “Elisabethtown” adlı filmi izlemiştim.
Gördüğüm, ölüm temasının en güzel işlendiği filmlerden biriydi
Truva filminde Paris rolünü oynayan Orlando Blum, bu kez bir spor ayakkabı tasarımcısı rolündeydi.
Yaptığı tasarım şirketini 972 milyon dolar zarara sokmuş, Drew Baylor (Orlando Blum)
intihar etmeye karar veriyor.
Tam
o sırada babasının ölüm haberini alan Drew, babasının cenazesini almak
için annesi ve kız kardeşi tarafından görevlendiriliyor.
Yakılsın mı, geleneksel usulle mi gömülsün derken ortaya harika bir romantik-dram-komedi çıkmış.
Filmin final sahnesi çok etkileyiciydi.
Bir salon kiralayarak tüm sevdikleri, ölen babanın anısına bir akşam yemeği düzenlemişlerdi.
Hüzünlenmek,
gözyaşı dökmek, rahmetlinin sevmeyeceği eylemlerden olacağından,
önceden belirlenen yedi yakın arkadaşı onunla ilgili eğlenceli anılarını
anlattılar.
Son olarak da karısı, onun anısına, yeni öğrendiği
dans figürleriyle, onun her cumartesi günü dinlediği, Moon River adlı
şarkıyla acemice, ama son derece duygu dolu dans etti.
Anne rolündeki Susan Sarandon, günü gelip de aramızdan ayrıldığında, televizyonlarda bu sahneyle de anılacaktır, eminim.
HOŞÇAKALIN ARIKAN BEY,
Bu filmden şuraya gelmek istiyorum.
Taziye sandalyelerinde yan yana oturup kısık sesle konuşarak anacağız sizi.
Ya siz, nasıl anmamızı isterdiniz sizi?
Ben izninizle, sizin şu çok güldüğüm anınızla veda etmek istiyorum size.
Yıllar
önce, Arıkan beyin eve geç gelmeyi alışkanlık haline getirdiği bir
dönemde, hocamız yine sabaha karşı, biraz da içkili olarak eve dönüyor.
Eşi Şadan hanım, kızgın bir şekilde onu beklerken birden duyduğu tüfek sesiyle pencereye fırlıyor.
Bir de ne görsün.
Arıkan bey, elindeki av tüfeği ile bahçedeki tavşanları yalpalayarak kovalayıp vurmaya çalışıyor.
- Ne yapıyorsun hoca ?
- Hanım görmüyor musun, dağdan tavşan inmiş bahçeye .
-
Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın be adam. Eve uğradığın mı var.
Çocuklara tavşanları ben aldım. Bırak o tüfeği de gir içeri.
Acısı ve tatlısıyla güzel bir hayat yaşadınız.
Bir devrin tanığı oldunuz.
37 yıl önce kurduğunuz gazeteniz, Türkiye’nin istikrarla yaşamını sürdüren birkaç gazetesinden biri.
Keşke, biz de sizin gibi hayırla anılarak vedalaşsak bu dünyayla..
Tunç Müstecaplıoğlu
Kasım 2005