Televizyonda, yüzleri korkunç maskeli, kibar davranışlı cellatlar, Saddam'ı sanki bir Tomogrofi merkezi açılışına gelmiş de onu gezdiriyorlarmış gibi görününce, yıllar öncesinde, askerlik yaptığım dönemde buldum kendimi.
16 nisan 1980-Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği (MLSPB)
adlı örgütün üyelerinden Kadir Tandoğan, Ahmet Saner, Hakkı Kolgu ve
Talip Aydın, Etiler Akatlar'da CİA ajanı ve onun yardakçısı olarak
nitelendirdikleri Sam Novello ve Ali Sabri Baytar'ı pusu
kurarak vurarak öldürdüler.Öldürülen Amerikalı, o yıllarda SAT komandosu
eğitimi alan bir arkadaşımın sualtı öğretmeniydi.Bir Türk subayına
eğitim veren, suçsuz bir yabancının caddenin ortasında öldürülmesine
hayli üzülmüştük.
Gerçi devir her türlü ölüme alıştığımız, cinayetlerin arka sayfalara düştüğü bir devirdi.
Hepsi silahlı bir çatışmanın ardından kıskıvrak yakalandılar.
Yaralı olan Hakkı Kolgu hastanede öldü.
Talip Aydın, Maslak'ta bir askerin tüfeğini alıp kaçarken nizamiyede vurularak öldürüldü.
Mehmet Ali Ağca gibi velisi de olmadığından, hapishaneden kaçamadı.
12 eylül 1980-Beşizler idareye el koydu.
Hasan Mutlucan bu haberi türkülerle taçlandırdı.
Her
gün soygun, cinayet, adam kaçırma, otobüs durağı tarama olaylarıyla
bunalan herkes, sonrasında neler olacağını da bilmediğinden, bu eyleme
şapka çıkardı.
Sonra neler mi oldu:
Geceleri sokağa çıkmak yıllarca yasak oldu.
Tonlarca kitap sakıncalı oldukları gerekçesiyle yakıldı.
937 film yasaklandı.
98.000 kişi örgüt üyesi olmakla suçlandı.
230.000 kişi yargılandı.
650.000 kişi gözaltına alındı.
14 kişi açlık grevinde öldü.
171 kişi işkenceden öldü.
Binlerce kişi kayboldu ve bir daha bulunamadı.
Ve elli kişi asılarak öldürüldü..
16 kasım 1980-memleket için son derece sıradan, benim için önemli bir şey oldu. Ben askere gittim.
Bir kaç ay sonra, Istanbul 1. Ordu sıkıyönetim komutan yardımcısının koruması ve şoförü oldum.
Başlarda hayli eğlenceliydi.
Açılışlar, diğer birliklerin ziyeretleri..
Bazen tiyatroya, baleye bile giderdik.
25 haziran 1981-Bir gece sabaha karşı Üsküdar'daki Paşakapısı cezaevine gideceğimizin haberi geldi.
Sokağa çıkmak yasak olduğundan her yerde ölüm sessizliği vardı.
Benim
komutan, devrin emniyet müdürü Şükrü Balcı'nın makam arabasına geçince,
bana iki çok üzgün sivili ceazevine götürme görevi düştü.
Konuklarım, az sonra asılacak olan gençlerin akrabalarıydılar.
Kadir Tandoğan'ın (23) ablası ve Ahmet Saner'in (22) dayısı.
Birbirlerini tanımamalarına rağmen Saner'in dayısı, sürekli ağlayan Tandoğan'ın ablasını teselli etmeye çalışıyordu.
Mahkum
gençler, ayrı ayrı farklı bir cezaevinden adına Reo denen, koğuşa
dönüştürülmüş devasa askeri kamyonlarla Paşakapısı'na getirildiler.
Bir de ambulans vardı konvoyun içinde.
Mezarlık, cezaevinin çatısı, bomboş yollar, yüzlerce asker tarafından kontrol ediliyordu.
"12 Eylül İdamları"
adı altında anılan idamların yedinci ve sekizinci idamları olarak
tarihe geçeceklerdi.Kendilerini araçtan indirirken heyecanlanan ere
Ahmet Saner şöyle demişti: "Heyecanlanma kardeşim, seni mi asacaklar yoksa beni mi?"
İyi
niyetli bir kaç subayın, "seyretmeyin, genç beyinlerinize bu kötü
anıları sokmayın" uyarılarına rağmen idam sehpasının kurulduğu avlunun
yanıbaşındaki terasda birbirimize yaslanarak yerlerimizi aldık.
İğne yapılırken bile bakamazken, neden seyretmek istediğime bir türlü anlam veremiyordum.
Olur da fenalaşıp yığılırsam diye de aralara bir yere sıkıştım.
Aydınlatılmış avluya hüzünlü bir telaş hakimdi.
Yargıç, savcı, avukat, çeşitli rütbelerden subaylar, doktor ve de yüzü maskeli cellat..
Daha önce ve sonra, Saddam'ın asıldığı güne kadar hiç görmediğim bir cellat.
Benim komutan ve emniyet müdürü, arkamızdaki çardakta oturarak seyretmemeyi tercih etmişlerdi.
Tesadüf bu ya, infazlar yapılmadan beş gün öce Vietnam kasabı diye anılan Amerikalı Commer Istanbul'a gelmişti.
KAHROLSUN OLİGARŞİ, EMPERYALİZM, FAŞİST AMERİKA..
Önce hayli uzun boylu olan Ahmet Saner'i getirdiler.
Yukarıda yazdığım, o yıllarda duymaktan, okumaktan yıldığım sözleri haykırıyordu.
Elleri arkadan bağlı, üstünde Amerikan bezinden eğreti olarak dikilmiş bir ölüm kostümü ile hiç de korkmuş gözükmüyordu.
Devrimci marşı söyledi gür sesiyle tüm avluya.
On
dört ay önce arkadaşımın hocasını, devrimci soslu son derece anlamsız
bir cinayetle öldüren bu genç adamın cesaretine, ona tüm kızgınlığıma
rağmen saygı duymuştum.
Sehpayı, ipi, sandalyeyi onun boyuna göre ayarlayamamışlardı.
Kendi sandalyesini tekmelemesine, alttaki kapakların açılmasına rağmen zor bir idam oldu.
Tam on yedi dakika sallandırdılar onu ipte.
Sonra beton zemine serdiler.
Asıl amacı insanları iyileştirmek olan, Hipokrat yeminli, tertemiz beyaz önlüklü bir doktor, Hitler'in kötü ünlü doktoru "Beyez Melek" (der weisse Engel) gibi cesedi muayene ettikten sonra öldüğüne karar verdi ve raporu imzaladı.
Aynı ritüel Kadir Tandoğan için de tekrarlandı.
O da marşlarla geldi ve gitti.
İnsanların
sağlığına hız kazandırmak için tasarlanan ambulansa, iki saat önce
getirilen genç adamların cesetleri konulurken hepimiz üzüntü içindeydik.
"Vay be" dedim içimden, "demek ki bu da bir çözüm değilmiş".
Devletin organizasyonuyla insanların öldürülmesinin de bir çözüm olmadığını o gün anladım ve bu fikrim hiç değişmedi.
Yutuyor
gibi yapıp biriktirdiği hapları topluca yutarak ölmeyi tercih eden
Menderes'i de, altmışlı yılların bir başka beyaz Melek'i midesini
yıkayarak kurtarmıştı.
"yooo" dediler "öyle kendi kendine ölmece yook."
Ona hiçbir şey söylemeden, Yassıada'dan alıp İmralı'ya götürüp benzeri bir organizasyonla astılar.
Belki de, hayli korkutulduktan sonra Bostancı'ya götürülüp özgür bırakılacağını bile ummuştur devrik başbakan Adnan Menderes.
Sadrazam asma ya da boğma geleneği olan Osmanlı uzantısı Türkiye'nin, şimdilik son sadrazam idamıydı bu infaz.
GOD SAVE ETSİN BARIŞ ELÇİSİ AMERİKA'MIZI
Baksanıza, adamlar taa nerelerden gelip barış getirmek üzere nelere katlanıyorlar.
2.700 tüyü bitmemiş gençleri öldü sıcacık çöllerde.
Ne için? Barış için, zalim Saddam'dan bizi korumak için tabi ki, başka ne olacak.
Ee, bu arada yedi yüz bine yakın Irak'lı da telef oldu, ama olacak o kadar.
Otuz binden fazla genç kadın dul kalıp fuhuşa sürüklenmiş, tabi ki o da normal.
Savaş da futbol gibidir.
Sert oyundur, gidenlerin ardından gözyaşı dökmek de hayli anlamsızdır.
Çanakkale'de
Almanlar'a karşı savaştıklarını sanan Yeni Zelanda'lı ve Avustralyalı
tıfıllar, genç Naziler, Kuzey Koreliler'le savaşan bizim gençler ve genç
Yunkee'ler bok yoluna gittiler.
Kendi toprakları uğruna savaşanların dışındakileri hiç anlayamayacağım.
Yıllar
önce, yeşil parkalı, pos bıyıklı, gergin bakışlı ve sert beden dilli
eski solcular bağırır çağırır, Amerikalı'ların filolarını
limanlarımızdan kovmaya çalışırlardı.
Onların yerine bugün, arabasına bindiğim Samsunlu taksi şoförü bile farklı bir aksanla, ama aynı anlama gelecek şekilde sövüyor.
Acımasız
başkan Busht'un yüzünden, sonunda beyaz entarili aykırı Arap Bin Ladin
bile özgürlük savaşçısı gibi görünecek gözümüze..
Tunç Müstecaplıoğlu
31.12.2006