Bundan 20–25 yıl kadar önce, İstanbul’da aynı kulüpte tenis oynadığımız bir arkadaşım ilginç bir öneri ile gelmişti.
Kendisi oyuncak ithalatçısı olan Ekrem Aksoy, benimle birlikte kayak malzemeleri ithal etmek istediğini söyledi.
İthalattan anlayan o, kayaktan anlayan ben, bir de uluslararası arenada iş bağlantıları ve finans konularında uzman Savaş Manço.
Aralık ayının ilk haftasıydı sanırım.
Önce Savaş Manço’ya, yani Belçika’nın Liege şehrine gidecektim.
Sonra da ondan aldığım bilgi, finans desteği ile ver elini Avusturya.
Tüm fabrikaların, Noel tatili ile birlikte ocak ayının başlarına kadar uykuya girmelerine belki de sadece bir hafta kalmıştı.
Onların Noel ve Yılbaşı dönemi, bizim bayram tatili rehavetimize benzer.
Yani elimi çok çabuk tutmam gerekiyordu.
Kendisi hakkında yegâne bilgim, Barış Manço ile aynı sınıfta Galatasaray Lisesi’nde okumuş olan dayımdan gelmişti.
“Savaş bizim okulda bizden birkaç sınıf büyük olan yıldız bir öğrenciydi, onunla iyi bir işbirliğiniz olacağına eminim” demişti bana, daha ben yola çıkarken.
Brüksel’den Liege’e vardığımda beni Savaş Manço karşılamıştı.
Kendi evi ve Barış Manço’nun evinin tam arasında Trifer adlı şirketi vardı.
Tüfekten, teyp kasetlerine kadar farklı numunelerle dolu şık bir ofisi vardı ağabey Manço’nun.
Damadı da benim Fenerbahçe’den arkadaşım çıkınca, daha ilk günden yakınlaşmıştık.
“Akşam yemeğe bizdesin Tunç, kaç dilim et yersin” diye sorduğunda önce biraz afalladım.
Daha önce hiç yiyeceğim miktar sorulmadığından, “bana iki dilim yeter” diye bir şeyler geveledim.
Meğer iki dilim ne kadar da azmış.
‘Ben doymadım hala’ da diyemediğimden, karnımın gurultusuyla geceyi geçireceğim mekânım olan Barış Manço’nun evine yollandım.
Onlar, ben gelmeden bir gün önce ailecek Türkiye’ye dönmüşlerdi.
Karanlık bir caddenin üzerinde, değil yemek yenecek bir yer, tek bir açık dükkân bile yoktu ufukta.
Ertesi
gün iş konuşmalarının ardından, bu kez kızı ve damadı beni şehir
merkezinde bir İtalyan restoranına akşam yemeğine davet ettiler.
Sipariş sıram geldiğinde, bir pizza bir de spagetti istediğimi söyledim.
Garson, bir sipariş listesine bir de bizim üç kişilik masamıza baktıktan sonra, “başka gelecek olan mı var?” diye hayretle sordu.
Hayır, hepsini ben yiyecektim.
Bir akşam öncesinden kalma, varlık içinde yokluk çekmiş bir adam ifadesi vardı yüzümde nedense.
Her iki porsiyonun da, otuz santimetre çapında tabaklarda tepeleme dolu olarak geleceğini nereden bilebilirdim ki..
Yiyemedim hepsini haliyle.
Savaş ağabey yine yemeğe çağırır diye, kalanları sardırıp dolaba atsam mı diye düşünmedim dersem yalan olur.
Az konuşan, ama insanın hayatını çok da kolaylaştıran bir adamdı Savaş Manço.
Brüksel’den Viyana’ya uçacağım gün, sabah 4–5 gibi tuhaf bir saatte uyanmam lazım.
Ne evde ne de bende çalar saat yok.
Liege-Brüksel arası yaklaşık bir saat ve beni Savaş Manço götürecek.
“Savaş ağabey ben yarın sabah nasıl kalkacağım?” diye soruyorum kendisine.
Yatağa oturarak tarif ediyor bana.
“önce ayaklarını yataktan aşağı sallandıracaksın, sonra da ayağa kalkıp banyoya gideceksin”
Suratı da gayet ciddiydi.
Bu net açıklamadan sonra, ikinci kez soracak cesareti de bulamadım artık kendimde.
Sabaha kadar, uçağı kaçırma korkusuyla her saat başı uyanarak onu bekledim.
Gerçekten de, buluşacağımız saatte ağır ağır geldi ve beni neredeyse hiç konuşmadan havalimanına bıraktı.
Yaklaşık yüz kilometrelik yol mükemmel aydınlatılmıştı.
Otoyolun her iki yanı da, neredeyse elli metrede bir her iki yönü de aydınlatan güçlü lambalarla geceyi gündüze çevirmişti.
Yol boyunca hayranlıkla inceledim.
Bir tane de olsa ampul bozulmaz mı?
Hepsi ışıl ışıldı.
Özetle, az ve öz konuşma konusunda masterımı Belçika’da yarıladım diyebilirim.
İlk gençlik idollerimden Barış Manço’nun ağabeyi ile ilginç üç günümden aklımda kalanlar bunlar işte.
Onun kırlaşmış top sakalını dergide ilk gördüğümde nasıl da sevinmiştim.
Artık aynı dergide yazıyoruz sevgili Savaş ağabey ile.
Onun
renkli kişiliğini, başarılarını, yan sayfamdan şapkamı çıkararak
selamlıyor ve onu en kısa sürede görmek istediğimi bu satırlardan dile
getiriyorum..
Avusturya’dan mini ithalat anılarım da artık bir sonraki yazıya kalsın..
Tunç Müstecaplıoğlu
16.07.2009