Ben hiç gitmezdim de.
Önünden geçerken de, koşu bantının üzerinde umutsuzca koşan fareler gibi koşturan garibanları görünce, içten içe gülesim de gelirdi.
Bir kere, ucunda top olmadan yapılan hiçbir sporu spordan kabul edememişimdir her nedense.
İki saat tenis topu peşinde koşarken zamanın nasıl geçtiğini bile anlamam.
Ancak; o koşu bantı, kürek, bisiklet yok mu, daha seyrederken sıkılırım.
Amatörce
spor yaptığım yıllarda (JFK’in henüz vurulmadığı, karısı Jaqueline’in
dul kalıp da Yunan armatör Onassis’e varmadığı, JFK’in adının Newyork’ta
bir havalimanına verilmediği yıllardan bahsediyorum size) ben 68-70
kilo arasında gider gelirdim.
İştahım da bir açıktı, bir açıktı, size anlatmam zor yani.
İki porsiyon İskender yedikten sonra, üzerine acaba kaç tane tavuk göğsü yiyebiliriz diye iddialara bile girerdik.
Spor yapıyorum derken de şunu kastediyorum.
Yaz aylarında bütün gün yüzüyoruz, balık avlıyoruz, akşamları da toprak sahada bir kaç maç yapıyoruz.
Benzer bir düzen, kış aylarında da okulda devam ediyor.
Sonra yaptığım sporlar azaldı.
Zaman kısıtlandı, iş arttı, sosyal çevre genişledi.
Yediğimiz yemeğin kalitesi arttı, hijyenik olmasına dikkat etmeye, yediğimiz ürünün son kullanma tarihine falan bakar olduk.
Oysa
eskiden Cağaloğlu’nda, İstanbul Erkek Lisesi’nin önünde satılan herşeyi
(pörsümüş lahmacundan, kerhane tatlısına kadar) arsızca tüketebilirken,
sonralarda ‘nerede, en iyi ne yenir’ gibi gereksiz bir gurmelik de
bulaşıverdi üzerime.
Bir süre sonra, işim gereği, ya birilerini akşam yemeğinde ağırlar ya da ağırlanır bir durumda buluverdim kendimi.
“Hadi şöyle sahilde yürürken biraz da iş konuşalım” lafı pek yoktur iş literatüründe.
İlle de bir yemekle ilintilenir.
Sporu
bir kenara bırakıp, beslenmeye aynı hızla devam edince bedenim,
fazladan alınan gıdaları atmak yerine saklamaya karar verdi bana
gıcığına.
Ve ben kendimi 110.5 kilo olarak bir beslenme uzmanının karşısında buluverdim.
Bu
vesile ile, bedenime hangi besinler yaramıyorsa (her türlü hamur işi,
şekerli ürünler, gazlı içecekler, tuz gibi) onlara hafif çaplı bir
bağımlılık geliştirdiğimi, hangi besinler yarıyorsa da (sebze, meyve,
su) onları hiç sevmediğimi üzülerek öğrendim.
Yaşam şeklimi, yeme alışkanlığımı değiştirmem gerekiyormuş.
Doktorla aramızda şöyle bir diyalog geçti:
Tunç bey, siz iyisi mi bir 30 kilo kadar verin
Pekiyi dönerken iki kilo da domates alayım mı?
Ne alakası var şimdi bunun?
Çok kolay gibi anlatıyorsunuz da..
Peh, doktora bak be..
Bekara karı boşar gibi bana “30 kilo veriver” diyor.
Ancak
doktor bende, “eğer bu kiloda kalmakta ısrarlıysanız boyunuzun yaklaşık
olarak üç metre olması lazım” der gibi bir his de uyandırdı.
Seansın saatine 150 TL verince, karşısındakini zorunlu olarak daha bir dikkatli dinliyor insan.
Aslında 110,5 kilo ile de pek güzel yaşıyordum.
Fillerle ilgili bir belgesel izleyince, durumun vahimliğini biraz farkettim.
Çünkü, yeni doğan bir filin ağırlığı bile ancak 90-100 kilo oluyormuş.
Yanımızdan bir şişman geçince, “yuh be, adama baksana 100 kilo mu ne” laflarına içerler olmaya başladım.
Bir de şu BKİ yok mu..
Yani Beden Kitle İndeksi.
Toplam kilomu boyumun çarpımına bölünce, 30’un üzerinde çıkıyor şu kahrolası indeks.
Rakamın karşısında da obez yazıyor.
Sensin obez..
Oysa benim için obez, rahmetli Necdet Tosun, Vahi Öz, Pavarotti falandı.
Nitekim hepsi şişmanlığa bağlı hastalıklardan dolayı rahmetli oldular.
Eskiden, ha deyince 20 kişi toplanır sabahtan akşama kadar maç yapardık.
Sonra bu becerilerimizi halı sahaların üzerinde göstermeye başladık.
Sonra, kiminin işi çıktı, kiminin adalesi sakatlandı, kiminin ise yan bağları zedelendi.
Birer ikişer koptuk, haftada bir de olsa oynadığımız çocukluk tutkumuz futboldan.
Televizyondan izleyince de, bunun bizim bedenimize bir katkısı olmuyor.
Hem, çerez, bira derken, spor izlerken yeni stoklar da ekliyoruz vücudumuza.
Bari ruhumuza, neşemize iyi gelse..
Nerdee..
Galatasaray’ı tutunca, son yıllarda bunun da pek mümkünatı olmuyor.
Bazen, bir kişiyi bulup da tenis oynamak bile zorlaşmaya başladı.
Karar verildi..
Daha az yenecek, sevilmeyen besinlerle barışılacak, sevilenlerden uzak durulacak, salona gidilecek..
Hem su içince insan boğulmaz ki..
Günde üç litre kadar içince, başlarda böyle bir his yaratsa da, insan içe içe alışıyor işte..
Ah bir de defalarca pisuar ziyareti olmasa..
Hem Cola’nın hammaddesi bir böcektenmiş, çok zararlıymış.
Ne kadar inanmadığım ileti varsa hepsini yeniden okudum.
Vee sonunda, bir salona yazılmaya karar verdim..
On ay kadar araştırdım.
Hepsini, ya pahalı, ya da uzak buldum.
Tıpkı,
daha önce yaptığım araştırmalarda olduğu gibi son anda tam
vazgeçecektim ki, kendimi evime beş dakika uzaklıktaki Capacity AVM’deki
Titanik Spor Kulübü’ne kaydolmuş olarak buldum..
Giriş bölümü çok uzun oldu, ben şimdilik burada keseyim.
Artık
çok ısrar ederseniz, “n’olur, bu yazının devamını yazıp bana
yollamazsan ben şimdi uyuyamam” falan derseniz, yazının ikinci bölümünü
de yazar yollarım..
Yazarın o kadarcık da kaprisi olsun ama değil mi?
25.08.2010