Geçen hafta, iki gecede üç farklı tanıtım toplantısına katıldım.
Önce bir İskoç viskisi olan “Glenmorangie” ile Hillside Su otelinin güvertesinde tanıştık.
Sempatik, etekli (özgün adıyla kilt) İskoç vatandaşı bir viski
doktorundan viskinin tarihçesini dinledik. Meğer öncesinde anlamını hiç
bilmeden içermişiz. Dört ayrı kadehte bizleri bekleyen viskileri her
yemek öncesinde ayrı ayrı tanıttı.
Karamel, çilek, kakao tadını
almamız gerektiğini bizlere anlattı. Benim içki kültürüm hayli zayıftır.
Ağzımda onca gezdirmeme, suyla karıştırmama, tüm iyi niyetimle derin
derin koklamama rağmen bahsettiği tatları alamadım. Tahta kurusuyla
karşılaşmayalı epey zaman olduğundan, bu tarihi içkinin arkasından
konuşmak hoş olmaz.
Yediğimiz güzel yemekleri, aynı masada oturma
şansına eriştiğim gurme, Murpy’s Metin Menahem bizlere tercüme etti.
Masada racon gereği tuzluk, karabiber de yoktu. Antalya sıcağından
bunalmış viskiye iki parça buz atarsam etekli iri kıyım İskoç üstüme
atlar diye çekindiğimden, enginarımı hayatımda ilk kez viski eşliğinde
yedim. Zavallı enginar da, mideme indiğinde başına neler geldiğini
anlayamamıştır.
JB, Dimple, Johnny Walker gibi markaları bilirdim
ancak bu zor okunuşlu viskiyi hiç duymamıştım. 19. yüzyıllarda
fabrikanın kurucu dedelerinden birinin keçiliğinden dolayı bu isim
konmuş olabilir. Bu isimle markalaşmayı iki üç kuşak daha zor görür.
Benim soyadımdan bir marka yaratmak nasıl zor olursa, “Glenmorangie”nin
işi de bu isimle hayli zor.
BİR OTEL DİKTİM ÇORAK BOZKIRA, GERİSİNİ TUR OPERATÖRLERİ DÜŞÜNSÜN..
Turizmin
yeni adreslerinden Lara’da birbiri ardına oteller açılıyor. Açılışa
giderken otelin önüne varana dek, “kesin yanlış yola saptım”
psikolojisiyle gidiliyor. Beton kamyonlarının, kepçelerin, yollarda
çalışan üstsüz amelelerin arasından geçerek, toz toprak arasında
kilometrelerce yol aldık. Tam geri dönmeyi düşünürken, birden peri
masallarındaki gibi bir otele geldik. Hani, Alis bahçede dolaşırken bir
tavşanı takip edip, bir çukura düşer ve Harikalar Diyarı’na gelir ya.
Durum aynı öyle.
Otel güzel ama yeşil hak getire. Ona da çözüm
bulunmuş. Broşürlerde görünen doğa, filmin “gelecek program” hali gibi.
Her yer yemyeşil. Şu “power point” programını icat edenin tuttuğu altın
olsun.
Oysa realitede birkaç tane, dört yandan destekli hurma ağacı
var. Viagra öncesi bir ara moda olan, “mutluluk çubukları”nı
çağrıştırıyorlar.
MASTER OF “BEN”
Tesisin
patronu haklı bir gururla eserini tanıttı. On beş dakikalık konuşmasında
elli kereden fazla “ben” dedi. Oysa aynı şirketten onlarca takım
arkadaşı da salondaydı. Galatasaray’ın iyi dönemlerinde Hakan Şükür’e
“nasıl attın o zor golü Hakan?” diye sorduklarında Hakan geleneksel Türk
alçak gönüllüğüyle, “Emre dönen topu kovalayıp iyi pres yaparak kaptı,
solda Ergün’e verdi. Ergün iki kişiyi geçip çok güzel bir orta yaptı.
Bana ise sadece dokunmak kaldı.” diye anlatmıştı.
Takım
oyunlarında takımın başarısını bir kişi sahiplenmeye kalkarsa, gollük
pasların gelme ihtimali zayıflar. Hakan’lar, az gollü sezonlar
geçirebilirler.
Tantanalı açılışın, otelin tatil ambiyansına
hayli ters, takım elbiseli konuklarını, anlamsız gözlerle izleyen filmin
başrol oyuncuları “turistler” birbirlerine soruyorlardı: “was ist denn
los da? (ne oluyor orada?) Onları, şıpıdık terlikleri, su damlayan
mayoları ve mütevazı havlularıyla görünce aklıma şu fıkra geldi.
Daha
önce üç oğlunu savaşta yitiren bir babanın dördüncü oğlu da askere
çağırılınca acılı baba, sonuncu oğlunu da yanına alarak soluğu jandarma
komutanının makamında almış. “Komutanım, bu oğlan ocağınıza emanet
ettiğim son oğlum. Bundan böyle bana güvenip savaş filan açmayın.”
“Ardı ardına açılan tesislerle, idam ilmiğimizi bir boğum daha sıkıyoruz.”
diye yorumladı çok değerli bir acente yöneticisi. Ona göre bu hızlı
yatak arzı bizi tur operatörleri karşısında güçsüzleştiriyordu.
BU DÖVİZLER NEREYE GİDİYOR ?
İsveçli, elli yıllık otelci bir arkadaşımın Türkiye’nin turizm gelirleri ile ilgili görüşü de yabana atılacak cinsten değildi. “Yahu
Tunç, hani şu on milyar dolarlık turizm geliri palavranız var ya.
Aslında öyle bir gelir filan yok. Bu paranın yaklaşık sekiz milyar
dolarını Avrupalı tur operatörleri, uçak şirketleri, otel zincirleri,
yerli gibi görünen ama sahibi aslında yabancı olan incoming acenteleri,
para henüz Türkiye’ye gelmeden alıyorlar.
Kalan iki milyon
dolarla da size Mercedes, BMW, Nokia filan satıyorlar. Rus yosmalara
harcadığınız paraları ise hiç hesaba katmıyorum.”
Şu Avrupalı profesyoneller bazen hakikaten sinir bozucu olabiliyorlar.
Tunç Müstecaplıoğlu
13.06.2004