Biraz iş, biraz da Wimbledon'u görme arzusu beni Ingiltere'ye çekti haziranın sonunda.
1978 yılında amatörce tenis oynamaya başlamıştım İstanbul'da. 1983'e
kadar kulüpler arası turnuvalar dahil beş yılım tenisle dolu dolu
geçmişti.
Mahalleden futbol arkadaşlarımın, bu hiç tanımadıkları "beyaz spor"u aşağılamaları işimi zorlaştırıyordu. Yalnız kalıyordum.
Dalyan'da
oturan, biraz da efemine kılıklı yeni bir tenisçi, elinde tenis
raketiyle salınarak önümüzden geçtikçe beni sıkıştırıyorlardı.
"sana dedik oğlum, bu tam bir ibne sporu!."
Bir gün onlardan birini bir turnuva maçıma davet etmiştim. Kendi ölçülerimize göre hayli de kaliteli geçmişti maç.
Maçın sonunda biraz da güzel sözler bekleyerek sormuştum :
- ee nasıl buldun bakalım tenisi?"
- doğrusu hiç bir şeye benzetemedim. Benim seyrettiklerimle hiç alakası yoktu bu oynadığınızın.
- sen ne zaman bir tenis maçı gördün ki?
- canım, televizyon gösteriyor ya..
Arkadaşım,
bizim 5. sınıf tenis maçımızı, senede bir yayımlanan Wimbledon final
maçı ile karşılaştırınca, bizim maç orta oyunundan beter gözükmüştü
haliyle.
-iyi de kardeşim, hayatında futbol diye bir kez
Brezilya-Arjantin futbol finalini seyretmiş bir adam, bizim mahalle
maçını nasıl bulur pekiyi? diyecek olmuştum.
- ben anlamam onu bunu
Tunç, bu ne zevksiz bir oyunmuş böyle. İkili mücadele yok, herkes
gerektiğinden fazla kibar demiş ve gitmişti.
Anlayacağınız,
futbol ve güreş kültürü ile büyümüş bizler için tenis, hele hele 27 sene
önce, hatırı sayılır bir sosyete sporu gibiydi.
Wimbledon'da
ise 128 yıllık bir gelenek. Londra'nın yarım saat uzağındaki bu yeşil
banliyöde 1877 yılından beri bu turnuva düzenleniyor.
Turnuvanın ev sahibi İngiliz Tenis Federasyonu değil. Ev sahibi, Wimbledon Tenis Kulübü'nün ta kendisi.
Her
yıl dünyada, ATP (Association of Tennis Professionals-Profesyonel
Tenisciler Birliği) tarafından puanlı ve para ödüllü çeşitli turnuvalar
düzenleniyor.
Bunların en önemli 4 tanesine Grand Slam turnuvası
deniyor. Avustralya ile başlıyor, Amerika ile devam ediyor,
Fransa-Rolland Garros ve en sonunda da İngiltere-Wimbledon.
En eski ve önemli olanı Wimbledon. Toplam 10 milyon Pound'dan biraz fazla para ödülü dağıtılıyor.
Bu, bizim eski paramızla 28 trilyondan fazla. Biraz dudak uçuklatıcı yani.
Bu muhteşem tenis sirkinin baş aktörleri en fazla parayı alıyorlar haliyle.
Tek
erkekler finalinde dağıtılan, akıllara zarar 945.000 Pound'ın( 2.4
trilyon ) 1.6 trilyonunu finali kazanan sporcu, 800 milyarını da
kaybeden alıyor.
800 milyarına oynuyorlar finali de denebilir.
19 yaşındaki Rus fıstık Sharapova, geçen yıl gibi yine kazanırsa 1.4 trilyon ( 1.100.000 USD) kazanacak.
Moskova'da, dil bilen orta karar bir seyahat acentesi çalışanının yıllık geliri 8-10.000 USD civarlarında. Sharapova, bir turnuvada o acentecinin 110 yıllık gelir toplamını kazanabiliyor da diyebiliriz.
Bu
Ruslar, niye böyle birden tenise merak sardı diye merak edenler için
yazıyorum bunları. Sebebi hayli duygusal farkettiğiniz gibi.
Ancak, hanım teniscilerin sevişiyor gibi iniltiler çıkarmaları, başlarına iş açacak gibi. Tren düdüğünün desibel gücüne yakın haykıran kızlara seneye inleme yasağı geleceği tahmin ediliyor.
19 çim kort, 350 gün boyunca, sadece sulanarak bu 15 günlük şölen için hazırlanıyor.
Anlı şanlı sponsor firmalar bile reklamlarını sadece kulübün renk tonlarında yapabiliyorlar.
Yer, gök, mor ve yeşil yani.
Sporcuların tümü beyaz giyinmek zorunda.
Hormonlu görüntülü, pabucumun modacısı Serena Williams da dahil bu beyaz zorunluluğuna.
Her gün, otuz beş bin ziyaretçi, saatlerce kuyrukta bekleyerek içeri alınıyor.
Baş hakem, içerisini fazla kalabalık bulursa, birileri çıkana kadar kimse içeri alınmıyor.
Bu sessiz bekleyiş bazen saat 16.00'yı bulabiliyor.
Wimbledon tren garından, turnuvanın yapıldığı kulübe kadar dolmuşla da gidebiliyor.
Bu acayip Türk icadının uygulamasını (shared taxi-paylaşılan taksi) İngiltere yollarında görmek hoş bir sürpriz oldu.
Yoğurt,
ayran gibi seçkin buluşlarımızdan biri olan dolmuşçuluk, İngiltere'ye
de bulaşmaya başlamış anlayacağınız. Şoförler şimdilik yan oturmuyorlar.
Açık havada da olsa tribünlerde sigara içmek, telefonla konuşmak, flaşla fotoğraf çekmek yasak.
Bir insan seli kortların arasında gidip geliyor. Değil hakemlerin ciddiyeti, top toplayan çocuklar bile bir asker intizamında.
Günde yirmi ton çilek tüketiliyor. Şampanya tüketimi bu rakama yakın.
Ellerinde bayrakla gezinen futbol seyircisi kılıklı insanlar da yok değil.
Ancak öyle şık insanlar var ki, "keşke ben de, bari bir fular takip gelseydim" duygusuna engel olamıyor insan.
Halk tribününden seyretmenin bedeli 50 YTL iken, merkez kortta maçları izlemenin bir günlük bedeli 250 YTL civarında.
Bir
yıl öncesinden yer ayırtılmamış ise, 36 saat kadar yollarda, çadırlarda
yatarak beklemek gerekiyor merkez kortu görebilmek için.
Kuyruktaki görevlilerin sabrı, kibarlığı, şakaları için bile gidilebilir Wimbledon'a.
İngilizler'in büyük umudu, kısıtlı yetenekli Tim Henman, turnuvanın hemen başında elenmesine rağmen İngilizler ilgilerini hiç kaybetmediler.
Dünyanın
en iyi araba kullanan şoförleri oldukları iddia edilen taksilerde,
radyodan canlı yayında tenis vardı, inanabiliyor musunuz?
"evet sayın dinleyiciler, şimdi 4 numaralı korta bağlanıyoruz" gibi seslerle seyahat etmek değişik bir duyguydu.
Tenise meraklı, meraksız herkese tavsiye ediyorum. Wimbledon'a gidile ve o benzersiz gelenek yaşana..
FRIDA KAHLO'YU TANIR MISINIZ ?
Ben, filmini görüp bu marjinal ressamdan çok etkilenmiştim.
1907-1954 yılları arasında yaşamış olan ünlü Meksikalı kadın ressamın, Londra'nın ünlü müzesi Tate Modern'de sergisi vardı.
Henüz 18 yaşındayken, okuldan eve dönerken geçirdiği trajik trafik kazası tüm yaşamını etkilemiş Meksikalı sanatçının.
Bazen şaşırtan, sıkça da irkilten eserlerini 4 ay boyunca (09.06-09.10.2005) sergileyecek Tate Modern.
Istanbul
Modern'i de görmenizi öneririm. Eski Salı Pazarı ambarlarını Eczacıbaşı
önderliğinde öyle güzel bir müze haline getirmişler ki.
Ancak biraz fazlaca Londra Tate Modern'i andırıyor. Neredeyse İstanbul şubesi gibi.
Fransa'ya savrulmuş bizim resim dehamız Fikret Mualla'yı gidin İstanbul Modern'de bir tanıyın derim.
Ruhsal bunalımlarıyla nasıl da birbirlerine benziyor Kahlo ve Mualla. Rengarenk eserler ve ardında toplumun reddettiği yaşam tarzları, hatta tımarhaneler.
Ben
biraz haddimi aştım galiba. Biri bana dur desin. Bir kaç sene öncesine
kadar resimle heykeli birbirinden zor ayırt eden biri olarak, meydanı
boş bulup sanat eleştirmenliğine filan başladım.
Allah'tan bizim
yayınları sadece turizmciler okuyor. Bir sanat yalamış yutmuşun eline
geçerse yazdıklarım, vallahi mizah malzemesi olurum.
Sanat
konularına girince Hyde Park'a da pek yer kalmadı. Oysa, sincaplı,
kuğulu, bol köpekli ve joggingli parktan bahsedecektim.
Memleketten giden müteahhitlerin içi sızlıyordur Londra'da.
İki Ataköy, bir Zekeriyaköy, bir kaç tane de Soyak sitesinin sığacağı canım araziyi heba etmişler.
Yazık
ki ne yazık. Ne o, iki zibidi koşup terleyecekmiş. Şehrin akciğeriymiş
falan filan. Tam külahıma uygun laflar bunlar. Toplu konut işinden
hakikaten hiç anlamıyor bu İngilazlar.
Neyse, benden bu kadar
Seyahatname yeter. Tunç Çelebi diye anılayım, gençlere ibret olsun diye
gezip yazıyorum bu anıları bilesiniz..
Tunç Müstecaplıoğlu
28.06.2005