Turistcikleri yedir, içir, eğlendir, sonra seneyi planla derken biz turizmcilerin sanatla ilintisi azıcık kısıtlı olur.
Ancak kızım Resim bölümünde okuyup, ileride de moda tasarımcısı olmak isteyince, mecburen konuya ejnebi kalmamak için kendimi geliştirmeye çalışıyorum.
Geçenlerde eşimle ikinci kez İstanbul Modern'e gittik.
Ben önce " biz oraya daha geçen sene gitmemiş miydik?" diye bir itirazda bulundum.
Bende,
müzeye bir kere gidilir, gördün mü diye soranlara karşı sanatsevmez
durumuna düşülmez ve o müzenin defteri de böylece dürülür gibi bir duygu
hakimdir.
O da beni, müzenin manzaralı restoranının ünlü tatlılarıyla ikna edince yola koyulduk.
Salıpazarı'nda müze gezme fikrine niye itiraz ettiğimi düşününce birden otuz beş sene öncesine gidiverdim.
Şimdi
her tarafından sanat fışkıran o antrepolardan yıllar önce, yani aşağı
yukarı İ.S. 1971 yıllarında ben, daha önce hiç görmediğim malları
çıkarmaya uğraşırdım.
Gümrük müşavirliği yapan babam, beni hayata hazırlamak için o yıllarda yazları yanında çalıştırırdı.
Kaçmayayım diye de kışa oranla üç misli haftalık vererek beni işe bağlardı.
Sultanhamam'da,
adına o zamanlar yazıhane denen bürodan neredeyse her gün yürüyerek
Karaköy'e beyanname fotokopisi çektirmeye giderdim.
Bir tek orada vardı o zamanlar o alet.
Şimdi gençleri tütüne bağımlı hale getirmeye çalışan Nargile Cafe'lerin yerinde de, ithal blucinlerin satıldığı Amerikan Pazarı, Kanyon Alışveriş merkezi popülerliğindeydi o yıllarda.
Wrangler'in zor okunan adını ilk o zaman duymuştuk.
Levi Strauss'un altın arayıcıları için tasarladığı dayanıklı pantalonlarıyla da oralarda tanışmıştık.
İşte onun biraz ilerisinde de benim kabusum Salıpazarı ambarları vardı.
"Hadi oğlum şu paraları dağıtarak malı çek gel" dendi mi dikenlerim tüy tüy olurdu.
Ordino
alınır, fiyat tescil dairesinden ithal edilmiş malın tarife ve
pozisyonu, vergileri hesaplanır, yatırılır, muayene edilir, en sonunda
da o devasa yerdeki mal, ithal eden firmaya iletilmek üzere alınmaya
gidilirdi.
Şimdi nasıl oluyor bu zanaat bilmiyorum, ancak o yıllarda on beş yaş çocuğunu hayli zorlayan bir işlemdi.
Neden mi?
Bedeli
ödenmiş, vergileri yatırılmış malın, artık kamyona yüklenme aşamasında,
miktarını mesleği bırakana kadar tam anlayamadığım ek paralar ödenirdi.
Bana
vermem gerektiği söylenen bedellerle, orada malın çıkıp çıkmamasına
karar yetkisindeki görevlilerin istedikleri miktar arasında bir türlü
konsensüs sağlanamazdı.
Kimler miydi bunlar?
Kolcu, fork liftci,
asansörcü, ambar memuru, nakliyeci, gümrük muhafaza memuru, hamal ve
adını şu anda belki unutup sevgiyle andığım diğer görevliler.
Bunlar, benim gibi çaylaklar dışında kimsenin itiraz etmediği, bir tür yazılı olmayan hakedişlerdi.
Avrupa'da karşılığı olmayan, bu bize özgün mesleğin icra edildiği sahneler, yakın zamanlarda sanat ambarlarına dönüştü.
"Hah şimdi şu köşeden bir iplik hammaddesi olan polyester sandığı çıkacak" diye beklerken karşıma heykeller, enfes resimler çıkıverince kimlik bunalımına giriyordum az daha.
Artık ben o ambarlarda az bilgili gümrükçü yamağı değil, bir sanatsever adayıydım.
Keyfini çıkarmaya çalıştım.
Yirmi dördü yabancı, yüz kırk dört sanatçının katıldığı bu karma serginin adına "Uluslararası Çağdaş Sanat Günleri" demişler.
Bu özel günlere katılabilmek için yerli-yabancı tam yüz yirmi sanat galerisi başvurmuş.
Sadece altmış üçü yer bulabilmiş.
Sanat Galericileri Derneği,
Dream Design Factory (hani şu Boğaziçi köprüsünün üstünden atla uçan
Osmanlı fantezileri ile, gördüğüm en etkileyici Türkiye reklamını
yaratan kuruluş) ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu güzel etkinliği ortaklaşa düzenlemişler.
Belediyenin katkılarından hayli kuşkuluyum.
O güzelim eserlerin yanlarına İDO posterleri yapıştırarak hayli gereksiz deniz otobüsü tanıtımları ile adeta tüy dikmişler.
Bu yetmemiş olacak ki, tuvaletleri de ayakyolu standartlarında becermişler.
Sergide "Bağlantı" teması işlenmiş.
Connections diye ingilizcesini de yazmışlar ama benim için nafile.
Senede bir sergi gezerek o bağlantı tam anlaşılamıyor haliyle.
Venedik-Istanbul Bienali de hemen yanı başındaki Istanbul Modern'deydi.
Baba
holdingler sağolsunlar, yeterli parayı kazandıklarına inanmış olmalılar
ki, artık arkalarından hayır duası alacakları eserler bırakmaya
başlamışlar.
Sabancılar Atlıköşk'ü halka açtıktan sonra Eczacıbaşı grubu İstanbul Modern'i ortaya çıkardı.
Koç ailesi de çeşitli yerlerde bu tür müzelere adı ile hayat veriyor.
Bienal lafına fazla takılmayın.
Ali iyidir gibi bir anlama gelmiyor, zorlamayın.
Sözlükte iki yılda bir gibi karşılıklar buldum, ancak emin değilim.
Bienalin küratörü ise Rosa Martinez imiş.
Küratör filan deyince iyice şiştiniz değil mi?
Bu sözcüğün de kürdan, kuaför ya da kürtajla falan bir alakası yok.
Küratör'ü
de, katılacak sanatçılar, onların sergilenecek eserleri,
sergilenecekleri mekanlar gibi işleri organize eden kişi, o sergiye
özgün oraganizatör-iç mimar diye eksik bilgilerimle özetleyebilirim.
Yaa, Antalya'da oturup gelen ya da gelemeyen Euroları saymakla öğrenilmiyor bu infolar kardeşlerim.
Gezeceksiniz biraz.
Sekiz dönüm alan dolaştım bu uğurda.
"Ee, madem sanattan anlar oldun, iki eser anlat da bizim de ruhumuz şenlensin" derseniz, bakın o zaman işim biraz zorlaşır.
Çünkü, ense traşı gerçeğe yakın mumyamsı bir adam figürü gördüm desem, ne anlamı olacak ki.
Ya da, altımızdan kayan çöp poşetli video sanatlarını anlatsam, o da bir anlam ifade etmez.
Adeta Cem Yılmaz'ın kendi gösterisini tarif ettiği gibi.
Çok
gülüyorsun, ama görmeyen birine anlatmaya kalkınca, fıkra anlatmayı
beceremeyen münasebetsiz Şaban efendi durumuna düşmek kaçınılmaz oluyor.
Gidin be kardeşim.
Hem giriş ücreti sadece yedi lira.
Akrabam Aali Müstecaplıoğlu'nun eserlerini de görüp, sonrasında bana da bir anlatın.
Ben
hızla gezip sonra lokantanın ünlü tatlısı Parfait'den yiyeyim derken,
aldığım basın bülteninde onun da yer aldığını, ancak mekandan çıktıktan
sonra öğrendim.
Aali kardeşim, okunuşu Fahrettin Cüretlibatur'dan
beter soyadımızla ünlü olamayacağına karar vermiş olmalı ki, adını
tanıtım kataloğuna Müstecabi-zade Aali olarak yazdırmış.
Atatürk, meclisin ilk kanunlar müdürü dedemize yıllar önce aynı bu yazılışıyla bir soyadı önermiş.
Bildiğim kadarı ile zaman içinde Müstecaplıoğlu'na dönüşmüş.
Bir de ressam Nilo'yu ve onun eserlerini tanımanızı çok tavsiye ederim.
Gerçek adı Nilüfer Tokay olan bu hanımefendi, eserlerini tanıtan kataloğuna tam yaşını yazdıracak kadar da özgüvenli bir sanatçı.
Çeşitli atölyelerde sanatını icra ettikten sonra, 1994'den bu yana kendi atölyesinde çalışıyormuş.
Onun
güzel resimlerinden çok, erkekler, onların emeklilik korkuları, işi
bırakınca bir işe yaramama kaygıları, bir kız çocuğu büyütmenin dikenli
güzelliklerinden söz ettik.
Yolun yarısını çoktan geride bırakmış bir kız babası olarak, bienalden çok daha çekici geldi bana yorumları.
İthal blucinler, antrepodaki hayaletler, sanatçılar derken bu yazının da sonuna geldik.
Siz gitmeseniz de benim size daha anlatacaklarım var..
Tunç Müstecaplıoğlu
22.11.2006