Tatil deyince aklıma nedense hep kar ve kayak tatili gelir. Otuz iki yıldır hemen her kış, zaman ve parayı denkleştirip bir kayak tatili sığdırdım yaşantıma. Bu tutku yaratan sporu kaymayana anlatması zordur, bilirim. Bir kere bu zevki tadan için ise artık kurtulunması zor olan bir tiryakiliktir.
Ülkemizde kayak sporu, 1930’lu yıllarda Erzurum ve Kars’ta başlamış.
Doğu Anadolu’ya ciddi bir sermaye desteği olsa, kar kalitesi ve sezon
uzunluğu açısından Avrupa’nın Alpleri’nden aşağı kalmaz. Ancak,
neredeyse boşa geçen yetmiş yılda bir cağ kebabı boyu yol alınamamış.
Uludağ,
Kartalkaya, İstanbul ve Ankara’ya otomobille birkaç saatlik yakınlıkta
olduğundan, Doğu Anadolu bir türlü hakettiği yeri bulamıyor.
Bu
yıl arkadaşlarımızla birlikte ikinci kez İtalya’ya kayağa gittik.
İtalya, Avusturya, Fransa, İsviçre gibi kayak sporunun Şampiyonlar
Ligi’nde. Adına İtalyan Alpleri de denen Dolomiti sıra dağları, bir
dantel gibi işlenmiş İtalyanlar tarafından.
Gittiğimiz Cortina
şehri, 1956 yılında kış Olimpiyatları’na ev sahipliği yaptıktan sonra
yıldızı parlamış. Şehrin İtalyadaki lakabı Dolomitilerin kraliçesi.
Bölge, bizim kayak merkezlerimizle karşılaştırılınca tuhaf farklar
çıkıyor ortaya.
BAKARSAN CORTİNA BAKMAZSAN ULUDAĞ OLUR..
1960’lı
yıllarda palazlanan Uludağ, tipik bir İstanbul gecekondu semtinin dağ
versiyonu. Muhtemel pistlerin üzerine vakti zamanında oteller
kondurulduğundan pistler hem kısa hem de tehlike yaratacak düzeyde
kalabalık. Uludağ’ın toplam pist uzunluğu iyi niyetle toplayacak olursak
yirmi kilometreyi bulabilir.
Sadece Cortina ve yakın çevresinde
bu rakam bin kilometreden fazla. Antalya’yı Cortina şehri farzedersek,
doğuda Alanya’ya, batıda ise Kaş’a kadar dağların tüm kuzey ve güney
yamaçlarında kayılabildiğini tasavvur etmeye çalışın. Alınan tek bir ski
pass (pistleri birbirine bağlayan mekanik araçlarda geçerli olan bilet )
ile, elinizi cebinize bile sokmadan, anorağınızı elektronik okuyucuya
yaklaştırarak her yer gezilebiliyor. Buna otobüsler de dahil. Bölgede
beş yüzden fazla tele ski, telesiyej, tele kabin ve teleferik var.
KAR KLONLANIR MI ?
Avrupalı
klonlamış. “Snow cannons” (kar topları) su ve elektrikle çalışıyor.
Aldığı suyu kar’a dönüştürüp piste üflüyor. İnanılır gibi değil. Bu
teknoloji ile karsız sezon yaşamıyorlar. Kayakçılar otellerine dönünce,
yüzlerce kar makinesi pistleri bir sonraki güne hazırlarken, kar topları
da pistin çok kullanılan yerlerine kar takviyesinde bulunuyor.
ON BİR AY SEZON OLUR MU ?
Cortina’da
oluyor. Kış bitince, bu kez doğa yürüyüşleri, dağ bisikleti gezileri,
dağ tırmanışları başlıyor. Avcılık, kuş gözlemi, atla safari turları,
atlı polo, rafting, golf, kongre turizmi, satranç turnuvaları, dans
festivali, fotoğraf sergileri, maraton yarışları, her tür spor ve
öğrenci kampları derken, neredeyse her gün yüksek sezon.
1788
yılında Fransız doğa bilimci Deodat de Dolomieu bu özel zeminli fosil
kayalarını keşfetmiş ve bu dağlara kendi adından esinlenerek Dolomiti
adını vermiş. Kaydığımız yerler meğer iki yüz milyon yıl önce denizmiş.
Bunu da şehrin müzesini gezerken öğrendik. Mercan kayaları ve çeşitli
deniz canlıları bu muhteşem dağların hammaddesini oluşturmuş.
SİGARA İÇMEYENLERE MÜJDE..
İtalya’da,
otel, restoran, disko, bar, pavyon (bu da nerden çıktı canım, İtalya’da
pavyon filan yok) her türlü kapalı mekanda sigara içmek yasak. Tütün
bağımlısı arkadaşlarımızı eksi on beş derecede kültür fizik hareketleri
yaparak kapı önlerinde sigara tüttürmeye çalışırken görmek hem üzücü hem
de eğlenceliydi doğrusu. Dolayısıyla tüm kapalı alanlar mis gibi
kokuyordu. Pek yakında, açık alanlarda da yasaklanacağı günleri sinsice
bekliyorum. Darısı, “Türk gibi sigara içmek” özdeyişi ile taciz edilen
memleketimizin başına..
GECE KAYAĞI
Tek tük
çılgınlıklar da yaptık. Bir gece, önce kar motosikletleriyle uçar gibi
bir dağın tepesine çıkıp akşam yemeği yedik. Ardından, kafamıza madenci
fenerlerini takıp dağın eteklerine kadar kayarak indik. Yirmi dakikalık
bu gece yolculuğunu, o gece kayan hiçbir arkadaşım unutmayacaktır. Issız
ve karanlık dağlardan inerken önümüzden tavşan ve tilki bile geçti. Bir
rehber kayakçı önderliğimizi yapmasaydı, pek cesaret edilesi bir macera
değildi bu.
En arkada ben kayıyordum. Mezarlıktan geçerken
anlamsız ıslıklar çalan bir şaşkın gibi karanlıkta inerken, önümdeki
arkadaşım İtalyan dağlarına Anadolu türküleri çığrıyordu. Kafamızda
fenerler, dilimizde türkülerle İtalyan tilkilerini bile şaşırttık o
güzel mehtaplı gecede..
BİR-İKİ ADRENALİN ÖYKÜSÜ DAHA ANLATAYIM MI ?
Gece
kayağından sonra cesaretlendik ya. Bu kez de kayakla atlama pistine
“karda rafting” yapmaya gittik. Hani Eurosport’ta filan kayakla kuş olup
yüz metreden fazla uçuyor ya insanlar.. İşte o pistte biz, sekiz kişi,
bildiğimiz lastik rafting botuyla uçar gibi kaydık.
En arkada
oturup, ellerindeki tırmık benzeri metal aletlerle yönümüzü belirleyen
iki usta raftingci, sanki bir kuyuya düşer gibi, bir ok misali indirdi
bizi aşağıya. On beş saniye sürdü, ama hepimizin karnında kelebekler
uçuştu.
Son akşam bir de dörtlü kızak yarışı denedik. Pek de iyi
etmedik. Yine televizyonda görüp merak ettiğim bir sporun, amatörlere de
yaptırıldığını öğrenince arkadaşlarımı bu zor maceraya sürükledim.
Adına,
“Bob Sleigh” denen bu demir torpili görünce az daha vazgeçiyorduk. Ama
kimse cesaretine mayonez sürdürmek istemediğinden, çıktık buzla kaplı
pistin üzerine.
Şöyle anlatayım; hani yarışlarda dört sporcu
buzun üzerindeki kızağı ittirip sırayla içine atlayıp yarışıyorlar ya.
İşte o spor. Cam gibi buzdan bir zemin düşünün. Üstü açık, dik mi dik
bir tünelin içinde, o garip, havadar metal tabutla bir dakika boyunca
125 kilometre hızla, kulağa sanki kısaymış gibi gelen, ama bir türlü
bitemeyen bir yolculuk yaptık o buzdan zeminin üzerinde.
Önde
dümenci, arkada frenci, araya da bizden iki keklik şeklinde dizildik.
Hayli kalın kasklarla modifiye edilmiş kafalarımızın dik tutulması
öğütlendi kızağa girerken. Ama o hızla ne mümkün. Kafamızı yan demirlere
çarpa çarpa, yaşantımız bir film şeridi şeklinde vasıl olduk bitiş
noktasına. Kızaktan çıkartıldığımızda, olası bir kazaya acil müdahalede
bulunmak üzere, tepesinde kavun içi renkli lambası dönen bir ambulansı
görünce, dizlerimizin bağı çözüleyazdı.
Hatta arkadaşlarımdan
biri otele dönene kadar tek kelime bile etmedi. Dili yeniden açılınca da
ilk sorusu şu oldu: “biz bu Bob’u niye yedik Tunç?”
ULA BUNLAR PİSTSE…
Hani
bilinen bir fıkra vardır. Hayatında ilk kez plaja giden yaşlı laz amca,
sahildeki üstsüz, ipkinili genç kızları görünce şaşırıp yanındakine
sorar:
ula bunlar nedur?
Kariii..
Ha bunlar kariyse bizum evdeki neyin nesudur?
Memlekette
kayak yapıp da ilk kez Avrupa’ya kayağa gidenlerin çoğunda bu duygu
hakim olur. Bunları niye mi anlattım. Dergimizin yazı işleri müdürü
gitmeden önce bana: “yediğin makarnalar senin olsun, gördüklerini anlat”
dedi de ondan yazdım. “Ayranımız yok içmeye” falan diye kulaklarımı
beyhude çınlatmayın lütfen. Geçen yaz çok çalışıp bu tatili fazlasıyla
hakettim..
Tunç Müstecaplıoğlu,
08.02.2005