54 yıllık babamla vedalaştık 3 hafta kadar önce.
Hayatımın en uzun dostluğunu yaşadım kendisiyle.
Gelişme dönemimde, son derece doğal olarak kendisi ile ara sıra didiştiysek de, yaşantımın en önemli öğretmeniydi babam.
Kardeşim Murat’ın penceresinden nasıl görünür bu sakin ve duygularını kolayına belli etmeyen adam tam bilmiyorum.
Ben burada, kendi gördüklerimi anlatmaya çalışacağım.
Bana sporu sevdiren adamdır babam.
Onu ve iki amcamı yenebilmek için masa tenisi oynamayı öğrenmiştim henüz on yaşındayken.
Necdet-İlhan-Özhan kardeşler 1940’lı yılların masa tenisi yıldızlarıydı.
Futbol, voleybol, kürek, onların ilgi alanlarındaki sporlardan bazılarıydı.
Sporun sadece futbol ile sınırlı olmadığını, farklı sporların da varolduğunu, onlardan da keyif almayı babamdan öğrendim.
Galatasaray sevgisini de babamdan aldım.
Tuttuğumuz takımın, dost saydığımız insanların, iyi ve kötü gününde yanında olmayı da ondan öğrenmiştim.
Ali Sami Yen Stadyumu’nun 1964 yılındaki açılışına Necdet amcamla birlikte götürmüşlerdi beni.
Benden de dahil olmak üzere, insanlardan çok az şey talep eden bir insandı babam.
Bana, “ben seni Ali Sami Yen’in açılışına götürmüşüm, sen de beni Galatasaray’ın yeni stadının açılışına götür” deyince çok heveslenmiştim.
Cimbom mu geç kaldı, yoksa babam mı acele etti, ama ne yazık ki yetişemedik açılışa.
Aksi ortaya çıkana kadar, anlatan insana inanmayı da babamdan öğrendim.
Ara sıra yanılsam da insanlara güven duymayı ve bu duyguyu sürdürmeyi de.
Bir spor karşılaşmasında, sonuna kadar mücadele etmeyi de öğretmişti bana babam.
Takım sporlarındaki dayanışmanın önemini de.
Her şeyi yaptıktan sonra, yenilginin de galibiyet gibi sporun doğal sonuçlarından biri olduğunu kabullenmeyi de.
Yenilince, kazanan tarafın elini maç bitiminde samimiyetle sıkmayı da.
Bu öğretilerin tümü, sonrasında yaşam sahnesinde de yoluma ışık tuttu.
Otomobil sürmek onun için bir keyif olmuştu hep.
O araba kullanırken, yanında ve arkasında oturanlar hep rahat ederler, araçta olduklarını farketmezlerdi hiç.
Gazete
okuyabildiği son anlara kadar, gazetelerde ilgisini en çok çeken
sayfalar; ölüm ilanları, spor sayfaları ve otomobil ilanları olmuştu.
Son zamanlarında, yürürken zorluk çekmesine rağmen gözü hala yeni model otomobillerdeydi.
GERÇEK BİR BEYEFENDİ İLE ELLİ DÖRT YILI PAYLAŞTIK
İlkokul çağlarındayken, okul arkadaşım Arzu beni çok kızdırınca onun yanağına bir tokat atmıştım.
O da hemen akabinde bizim eve gelerek beni babama şikayet etmişti.
Bir kadına el kaldırmamayı, o gün dinlediğim uzunca söylev sonucu kafama iyice yerleştirmiştim.
Kaliteli bir yaşamın değerini farkettirmeden vermişti bizlere.
Yaşanan semtlerin, gezilen mekanların önemini, tatilin de bir ihtiyaç olabildiğini yine babamdan öğrenmiştim.
Verilen sözün yerine getirilmesinin önemini, insanları bekletmemeye gayret etmeyi de babamdan öğrendim.
Yapılacak,
ya da yapılmış bir iyilik var ise, bunu iyilik yapılan kişiye bir koz
olarak kullanmamayı da satır aralarında verirdi bize.
Yaşam kalitesini artırmayı öğütlerdi bazen babam.
Müziğin varlığını, ruhumuza katkısını babamdan öğrendim.
Evdeki klasik müzik, caz koleksiyonları ile farklı coğrafyaların beğenilerine uzandım.
Bilgiye olan merak da, babamın mini sınavlarıyla bir yaşam şekli haline geldi bende.
Matematiği, pratik hesaplama tekniklerini de babamdan öğrenip sevmiştim.
Sakin ve trafikteki diğer insan ve araçlara saygı göstererek araç kullanmasını da babamdan öğrenmiştim.
Parasal zorluk karşısında elindekilerle yetinmesini de göstermişti bizlere.
Kin tutmamayı, nefret etmemeyi, hayatına giren bir insanı kolayına yaşamından silmemeyi de davranışlarıyla gösterirdi babam.
Zarar gelecek bir davranıştan, ya da bir insandan uzaklaşılmasını da ondan öğrenmiştim.
Hepimiz gibi babam da farklı yaşam rollerini iyi yapmaya çalıştı ve bunda bence çok başarılı oldu.
Özhan Müstecaplıoğlu,
bizim babamızdı, annemin kocası, babaannemin ve dedemin en küçük
oğulları, iki amcamın en küçük kardeşi, bir çok çalışanının patronu,
genç meslekdaşlarının Özhan abisi, arkadaşlarının arkadaşı, dayımın
eniştesi, kuzenlerimin amcası, gelinlerinin kayınpederi, dünürlerinin
dünürü, torunlarının dedesi.
Yaşam boyunca bu sorumlulukları istikrarlı olarak yerine getirmek, hatırı sayılır zor bir iştir.
YAŞASIN DEDEM YILDIZ OLDU..
Henüz
beş yaşındaki torunu prenses Ada’ya durumu nasıl anlatacağız diye
düşünürken, dedesinin öldüğü kendisine söylendiğinde böylesi beklenmedik
bir sevince önce hepimiz şaşırdık.
Ada şöyle devam etti sözlerine: “çünkü Esma’nın dedesi de yıldız olmuştu, belki orada arkadaş olurlar”
Ada’ya
dedesinin yıldız olması önce güzel gibi gözükse de, üzerinden kısa bir
süre geçince babasına sormadan da edemedi: “peki baba, dedemi en son
hastanede yatakta görmüştük, sonra oradan nasıl gitti de yıldız oldu?”
83
yaşındaki bir adamın bu dünyadan ayrılışına, daha genç yaşlardan
bakınca, insana sanki yeterince yaşanmışlık hissi verse de, insanın
babası ile vedalaşması pek fena bir duyguymuş.
Kısa bir süre önce, gece kalktığında önünü görebilsin diye koridorda küçük bir lambayı açık bırakıyorduk.
Babamı, 30 ekim 2010 cumartesi günü karanlık nemli bir çukura bırakıp geldik.
Her insan kadar karanlıktan korkan bir adamın üzerini toprakla örttük.
Karacaahmet’in eli yüzü düzeltilmiş mezarlarının başında, kendi ölüm törenimizi düşünerek ürperdik.
Babam (1927-2010), üç çocuklu bir ailenin en uzun yaşayan son ferdiydi.
Dedem
Muzaffer (1897-1962) 65 yaşında, babaannem Mediha (1900-1974) 74
yaşında, İlhan amcam (1925-1998) 73 yaşında, Necdet amcam (1923-2000) 77
yaşında ayrılmışlardı aramızdan.
Şimdi yaşamlarımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Doğrusu da bu ne yazık ki..
Sevgili babam,
Yukarıda yazdığım ve hala özümsemeye çalıştığım öğretilerinize sadık kalacağım.
Yazılı olmayan bir aile geleneği olarak, yaşadığımız sürece sizi sıkça sevgiyle anacağız.
Bizden sonrakilerin de bunu sürdüreceğinden hiç kuşkum yok.
Cami avlusunda, onca insanın arasında benim sesimi duyamamışsınızdır belki diye yeniden söylemek istiyorum.
Varsa eğer size bir küçük hakkım, hepsi sonuna kadar helal olsun..
19.11.2010