Dayıcım merhaba,
Sana 2 aydır bir şeyler yazmaya çalışıyorum, ancak toparlayabildim kafamı. Seni hatırladıkça nereden çıktığını anlayamadığım gözyaşlarım, yerini yavaş yavaş gülümsemeye bıraktı.
Son telefon konuşmamızı hatırlıyor musun?
Hani bir arkadaşının oğlu Newyork’a gidecekti de, sen ona Su’nun yardımcı olmasını istemiştin.
Adam da beni arayıp bazı ayrıntılar soracaktı.
3 şubat akşamüstü bir telefon geldi bana.
Bahsettiğin arkadaşınla konuşuyorum sandım.
- Mehmet beyle mi görüşüyorum?
- ben Tunç, ama Mehmet de diyebilirsiniz, dayımdan mı aldınız numaramı?
- evet, size bu acı haberi verme görevi ne yazık ki bana düştü..
- ne acı haberi ya?
- Aydın hocayı kaybettik..
Hava mı karanlıktı, artık ben mi karanlık görüyordum etrafı tam anlayamadım.
Bir hayal aleminde vardım evine.
Tanıdığım, tanımadığım bir çok insan vardı kapısı açık senin Moda evinde.
Kapının dışında da bir polis arabası vardı, elinde telsizli genç bir polis memuru da sigara içiyordu.
Birbirimize bakakaldık her biriyle.
“Beni Galatasaray’ın şu yeni stada götürsene bir gün, ama öyle zor maç olmasın heyecanlanıyorum” demiştin.
Babamı götürmek kısmet olmamıştı, ama seninle birlikte 25 Ocak 2012’de bir Galatasaray-Ankaragücü maçına gittik.
68 senede yüzlerce anım var seninle.
Ailemizin neşe kaynağıydın.
Onca yıl, senin yanında tartışmak, gerginleşmek, üzücü bir olayı konuşmak mümkün olmadı.
Konunun hiç beklenmedik bir yerinden girip, en gergin olanımızı bile onun kendi gerginliğine güldürdün hep.
Üniversiteye mektep derdin sıkça.
Senin emek verdiğin iki ayrı mektebinde seni anma konuşmaları oldu.
Her ikisinde de kürsüye çıkıp, seninle yaşadığım bir iki anımı anlatasım vardı.
Yıldız’da, eski bir öğrencin çıkıp da seni sembollerle anlatana kadar da bu niyetim sürdü.
“Aydın
hoca bizim için renkli bir uçan balondu, onu her gördüğümüzde mutlu
olurduk. Ne zaman balonu ipinden tutmaya çalışsak, o daha tutamadan uçup
giderdi”..
Yahu Aydın Kunt böyle mi güzel tarif edilir!.
Ben de sana hiç doyamadım be dayı.
O mimar hanım 3 cümle etti, ben oracıkta üç günlük ağladım.
Ebru’ya hayran kaldım.
O çıktı, seni bir güzel özetledi.
Kah ağladı, kah güldü, ama konuşmasını bir güzel toparladı.
Sonra, son mektebin olan Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki anma törenine katıldık.
Seninle o okulda hiçbir anım yok aslında benim.
Girişte bir panoya senin her zamanki gibi gülümseyen bir fotoğrafını koymuşlardı.
Şık bir salon, bordo renkli rahat koltuklar.
Bu kez hiç kimse daha lafına başlamadan koyuverdim gözyaşlarımı.
Bana orada ne dokundu onu da tam anlayamadım.
Ebru bu kez Mercan’la düet yaptı.
Görsen bayılırdın.
Mercan, annesini cesaretlendirmek için Ebru konuşurken onun sırtını okşadı.
Kendi sırası geldiğinde de onca kalabalığın önünde seni anlattı.
Dekan Ahmet hoca pek şeker bir adam.
Doğuştan moderatör gibi adeta.
Seninle ilgili herkesin o kadar komik anısı var ki, gülecek miyiz, ağlayacak mıyız, tüm duygularımız bulaşık teline döndü orada.
Bir de senin ikinci adresin Koço’da andık seni.
Yaklaşık olarak 60 kişi bir araya geldik.
İşte orada, tam da senin istediğin gibi bir vedalaşma oldu.
Rakı kadehleri senin baş köşeye konan fotoğrafına doğru kalktı.
Zaten sen hep cenaze törenlerine “Müslüman Kokteyli” demez miydin..
Gerçekten de, birbirini uzun süre göremeyen eş, dost, akrabanın buluşma fırsatı değil midir cenaze törenleri?
“Ya, biri ölse de yine buluşup bir öğle yemeği yesek” diye birbirine takılanları bile bilirim.
Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki anma töreninde, ben bu kez gözyaşlarımı hiç biriktirmeden boşalttım.
Oysa Faik abi, seninle vedalaşmamızın üzerinden tam 69 gün sonra ağlayabildi.
Ebru bana bir sürü giysini verdi.
Benimle tombik diye dalga geçerdin, meğer bedenlerimiz aynıymış, cennete duyurulur.
Antalya’daki bir davete, senin beyaz ceketinle katıldım ve bu fotoğrafı yakınlarıma yolladım.
Faik abi de, beni senin ceketinle görünce fena olmuş.
En az Murat’la benim hayatıma dokunduğun kadar onu da etkilemiştin.
Sen hepimizin neşe ve mizah kaynağıydın dayıların hası.
Sana bir şey yazarken genellikle böyle seslenirdim.
Öyleydin gerçekten de.
Enerjini hepimize bulaştırdın.
Beni yazmaya ilk teşvik eden de sendin.
İçinde neler yaşardın bilmiyorum, ama dışında hüznün izini bile hiç görmedim ben.
Basurla ilgili bir mini operasyona gireceğini de tesadüfen öğrenmiştim.
- dayıcım, şimdiden geçmiş olsun, geleyim mi yanına, senin için yapabileceğim bir şey var mı?
- Gel gel, gel de benim yerime senin kıçını delsinler..
Her şeyden bir mizah malzemesi çıkar mı şu hayattan?
Seninle birlikteyken evet.
Senin şakalarınla altımıza işemeye beş kala, sen birden çıkıp bilardo oynamaya giderdin.
Hiperaktif, aynı ortamda uzun süre kalamayan, uzun konuşanları dinleyemeyen bir yapın vardı.
Hayatının büyük bir bölümü Kadıköy yakasında geçti.
Caddebostan’da
yaşadın, Reşit Bey Plajı’nda aşık oldun, Kadıköy Evlendirme’de
evlendin, Nişantaşı’nda baba oldun, Moda’da olgunluk dönemini yaşadın.
Seni de, diğer akrabalarımızı uğurladığımız gibi Galip Paşa’dan uğurladık.
Caddebostan’daki evine yürüme mesafesi beş dakika olan Galip Paşa Camisi’nden.
Bağdat Caddesi yine kalabalıktı, neşeyle yürüyordu insanlar.
Bir süre sonra Galip Paşa’nın mermer musalla taşına yatacaklarını düşünmek bile istemeden dolaşıyorlardı..
Vakko, Beymen, Divan gibi Cadde’nin leziz dükkanlardan sonra, kimse son durağı ile yüzleşmek istemiyor doğal olarak.
Geçip gidiyorlar camiye bakmamaya çalışarak.
Aynı mahallede; doğ, büyü, evlen, boşan, çocuk-torun sahibi ol, yaşlan ve öl..
Eşe dosta zorluk olmasın diye de, mahallenin en merkezi yerindeki mescite gelenlerle vedalaş ve git bu dünyadan.
Formül basit ama çok üzücü..
Hele ki, biz seninle birlikte hiç olmazsa 15-20 yıl daha yaşamayı düşlerken.
Hangi ölüm zamanlıdır ki zaten?
Ebru, “babamla hep gurur duydum” derken, hepimizin duygularını dile getirdi aslında.
Sen, hayatına girdiğin herkesin rengaren balonuydun dayıcığım.
Hiçbirimiz ipini tam tutamasak da, hepimiz seni çok sevdik.
Ve çok özleyeceğiz...
20.04.2012