Nasıl da sıkılırdım çocukken babam yanına oturtup dinletmeye çalıştıkça.
Gıy gıy da gıy gıy gibi gelirdi inleyen keman nameleri kulağıma.
Zorla balık yağı içiriliyor gibi olurdum.
Hele o operalar, o aryalar yok mu..
Koca koca kadınların, adamların, o komik kıyafetler içinde yırtınmaları hiç duygulandırmazdı beni.
Türkçe operalarda bile söylenenleri anlamak zordur aslında.
Moskova’nın pek ünlü Bolşoy tiyatrosunda izlediklerim dahil, uyumadan tamamladığım bir opera eseri henüz icat olmadı.
Bale gösterilerinde dans, zıplama, sahneye hızla giriş çıkışlar olduğundan rahat uyunmuyor.
Türkü, oyun havası da pek sevmem.
Sanat, kültür, gezi konularında yazmam istenen taze dergimizde daha fazla batmadan sevdiklerime geleyim bari.
Beni duygulandıran, mutlu eden, geçmişe götüren her türlü müzikte kendimden parçalar bulurum.
Ray Charles’dan, Fikret Kızılok’a, Paul Simon’dan, Orhan Gencebay’a geçer dururum.
Klasik batı müziği ve opera ile barışmamı sinema sanatına borçluyum.
Hayatı filmlerle daha iyi algılayan bir adam olarak, film melodileri beni klasik müzik dünyasının içine çekiverdi.
Ravel’in Bolerosu’nu, Bo Derek ve Dudley Moore’ın başrollerini oynadıkları, yönetmenliğini John Derek’in yaptığı 1984 yapımı Bolereo filminde sevmiştim.
Carl Orff’un Carmina Burana’sı, John Moore’un 1976 yapımı Omen 666 filminde unutulmazlarım arasında yerini almıştı.
1972’nin ünlü Mafya filmi Baba, aryaları ile kalbime kazındı.
Sonra, Londra’nın West End bölgesinde her gidişimde birkaç tanesini izlemeden dönmediğim müzikaller doldu hayatıma.
Mama Mia, Batı Yakası Hikayesi, Porgy ve Beast, Güzel ve Çirkin, Kasabanın Cadıları, Cats, Jesus Christ Superstar, Evita.
Bir
çoğu İngiliz besteci, müzik dehası Andrew Lloyd Webber’a (1948) ait
olan bu müzikaller, yeni yüzyıla da damgasını vuracağa benziyor.
Klasik batı müziği ile ilgili bir yazı yazmaya karar verince konuyu bir uzmanına danışmaya karar verdim.
Karaalioğlu
Parkı’nda 2008 yılında başladığımız Günbatımı Konserleri’nde, başından
sonuna kadar bizlere desteğini esirgemeyen Antalya Devlet Opera ve
Balesi orkestra şefi Hakan Kalkan en doğru adres oldu.
Uzmanlığının yanı sıra kanatsız bir melek olan sevgili Hakan’dan aldığım bilgileri özetleyerek yazıyorum..
klasik müzik sazları (enstrümana artık saz deniyor, bildiğimiz saza da bağlama) on beşinci yüzyılda icat edilmeye başlıyor.
Teksesli müzikten çoksesli (polifonik) müziğe geçiş 1450’li yıllarda, kilisenin önemli katkılarıyla oluyor.
Sazlar; yaylılar, üflemeliler, vurmalılar diye üç ayrı grupta toplanıyor.
Yaylılar,
ki bunlara keman ailesi de deniyor, boy sıralamasına göre, keman,
viyola, çello (buna viyolonsel de deniyor) ve kontrbas’tan oluşuyor.
Tıpkı, çinekop, sarıkanat, lüfer, kofana gibi
Bu ne alaka oldu şimdi diye düşünmeyin ben böyle benzeterek daha iyi öğreniyorum.
Keman ailesi yine sırası ile soprano, alto, tenor ve bas sesleri çıkarıyor.
Yani inceden kalına doğru.
Üflemeliler ise şöyle : flüt, klarnet, saksofon (klasik müzik konserlerinde kullanılmıyor), obua, fagot, trompet, trombon, korno ve tuba.
Bunlar da kendi aralarında tahta ve bakır nefesliler diye ikiye ayrılıyorlar ama işkencemi o kadar derinleştirmeyeceğim.
Bir de vurmalılar var.
Timpani, zil, üçgen, kastanyet, çıngırak, tef, davul, ksilofon, vibrafon, marinba ve trampet
Bir senfoni ya da opera-bale orkestrası 50-110 kişiden oluşuyor.
Ekmek-köfte örneği buraya da uyarlanabilir
Senfoni
orkestrası, belirli bir eseri çalışıp icra ederken, opera ve bale
orkestrası balerinler ve opera sanatçıları ile de uyumla çalmak zorunda.
Yani işleri daha zor
Bir orkestranın yaklaşık yarısını yaylı sazlar oluşturuyor
Bir futbol teknik direktörünün oyun başladıktan sonra maça katkısı % 10-20 kadarken, bir orkestra şefinin katkısı ise yüzde yüz.
Yani, bir takım antrenörsüz iyi kötü futbol oynayabilirken, şefsiz bir orkestranın çalma ihtimali yok gibi.
1502
yılında, İtalya’nın Ferrara kentinde Romalı yazar Plautus’un
komedyalarının arasına konan intermezzolar (perde arası oyunu), operanın
doğal başlangıcı olarak kabul edilse de, modern anlamda ilk opera ve
bale eserleri on yedinci yüzyılda sahneye konmuş.
Şimdiki şefler
ellerindeki zarif bagetlerle orkestralarını yönetirlerken, ilk şefler
devasa asalarını yere vurarak takımlarını yönetirlermiş.
Üflemelilerin hepsinin ayrı notaları var ve bunu çalan her sanatçı solist kıvamında
Konser başlamadan önce, piyano ve kemanla son provayı yapan en öndeki kemancıya baş kemancı deniyor.
İşini iyi yaparsa şef kendisini aralarda elini sıkarak kutluyor.
Konu lütfen, numarasını iyi yapan ayı balıklarının ağzına aralarda bakıcısının balık vermesiyle karışmasın.
Türkiye’de opera ve balenin doğumu 1948-Ankara
Leyla
Gencer (1928-2008), bir başka adıyla Tük Diva’sı, 1953 yılında gittiği
opera sanatının doğduğu yer olan İtalya’da, ölene kadar ülkemizi büyük
bir başarıyla temsil etti.
Konserden sıkılırsanız arada çıkabilirsiniz.
Antrenörü
tarafında kötü oynadığı için kenara ayılan oyuncular, sanki sakatlanmış
da kendi isteği ile çıkıyormuş numarası yaparlar ya hani bazen.
Siz de konsere uygun bir bahane uydurabilirsiniz.
Sonuna kadar kalırsanız alkışlamayı ihmal etmeyin.
Ortalarda eser bitmeden coşmayın.
Deneyimli birini göz ucuyla kontrol edip alkışa öyle başlayın.
Her ne kadar Cem Yılmaz, biz sanatçılar da karbonhidratla besleniyoruz dese de, içten gelen her alkış onların hala en önemli vitamin kaynağı.
Ben klasik batı müziği ile barıştım, darısı küskünlerin başına..
Tunç Müstecaplıoğlu
26.11.2008