Daha önce görmediğimiz bir şehri ilk ziyaretimizde edineceğimiz izlenim, beklenti ve önyargılarımızla da doğru orantılıdır.
Oraya giderkenki duygularımız, gittiğimiz zaman dilimindeki yaşımız, o ülkenin mevcut siyasi konumu, o şehre bakışımızı etkileyen faktörlerdendir.
Amerikan halkını pek tanımam.
Ancak, dünya politikalarına,
merkezi jandarma rollerine, petrol ölçekli adalet ve hukuk kavramlarına,
bir çok dünya vatandaşı gibi ben de gıcık olurum.
“Beğenmiyorsan gitmeseydin ya be kardeşim” diye düşünenleriniz olabilir.
Gelgelelim kızım Su Newyork’ta okuyor.
Bir yıldır gitmemeye ayak diresem de, çok özleyince sonunda gitti ayaklarım Yeni Dünya’nın bu en önemli şehrine.
Anadolu’nun binlerce yıllık öyküsüne oranla kısa bir geçmişleri var.
Şehri ilk kez 1524 yılında Fransız Kraliyet Donanması’nın bir subayı olan İtalyan Giovanni keşfediyor.
Adını da, Yeni Angouleme anlamına gelen Nouvelle Angouleme koyuyor.
O yıllarda şehrin nüfusu beş bin kadar.
Sonra, 1615’de Hollandalılar şehre egemen oluyorlar.
Şehir herkese yeni geldiğinden midir nedir, onlar da Yeni Amsterdam anlamına gelen New Amsterdam diyorlar.
1664 yılında şehri Birleşik Krallık askerleri ele geçiriyor.
Şehrin adını, York Dük’üne ithafen Yeni York, yani Newyork diye değiştiriyorlar.
1920’li
yıllarda Newyork’da müzisyen olabilme şansına erişmek, bir tür
piyangoda büyük ikramiyeyi kazanma sevinci gibi algılanıyor.
Newyork, o yıllardan beri Caz müziğinin merkezi hala.
Orada
müzik yapma şansına erişmek, bir elma ağacının en büyük elmasına sahip
olmakla eşdeğer tutulduğundan, şehre Big Apple yani Büyük Elma da
deniyor ve bu isim 1970’li yıllardan bu yana adeta Newyork’un ikinci
ismi gibi kullanılıyor.
Konuyla pek alakası olmasa da, meğer ben kızımı bu görmediğim 8 ayda ne çok özlemişim.
İşte
bu bizden 10 saat 14 dakika 13 saniye uzaklıktaki (Delta’nın kaptan
pilotu, resmen Uzay Yolu’ndaki Mr. Spock gibi acayip ayrıntılı bir uçuş
süresi verdi ve verdiği bu süreye uydu) Newyork, hala dünyanın önemli
cazibe merkezlerinden.
830 kilometrekarelik bu şehirde, 8 milyon kadar birbirine hiç benzemez bir kalabalık yaşıyor.
İngilizce kadar İspanyolca da konuşuluyor.
Bu ortak iki dil olmasa, kendi aralarında tıpkı Hindistan’da olduğu gibi anlaşmaları hayli zor olurmuş.
Çünkü Newyork’ta tam 170 farklı dil konuşuluyor.
Pek
değerli taze filozomuz, Survivor finalisti, Seda Doğan evliliğinden
müstafi Nihat Doğan’ın, bu ülke vatandaşlarının dil becerileri konusunda
güzel bir tesbiti vardı hatırlarsanız:
“Abi adamlar aşmış ya, çöpçüleri bie İngilizce konuşabiliyo bunların”
Yıllardır orada yaşayan çocukluk arkadaşım Aylin ise şöyle tanımlıyor Newyork’u:
“Burada
yaşayan insanların farklı kültürleri tanıma amacıyla başka bir ülkeye
gitmelerine pek gerek yok aslında, çünkü bütün dünya burada.”
Kızımı çok özlediğimden bahsetmiş miydim ben size?
Onları sevmemem Amerikalılar’ın pek umurlarında olmadığından, beni hiç de fena karşılamadılar.
İşte size kısa notlarla bir haftalık Newyork izlenimlerim..
Tokyo’dan sonra dünyanın en zengin ikinci şehri işte bu Newyork.
Sinemada bir Cola’nın fiyatı 7.5 TL.
İnsan kendisini burada pek yabancı gibi hissetmiyor, çünkü neredeyse herkes yabancı.
42 yıldır taksi şoförlüğü yapan Yunan Yorgo, İngilizceyi hala Yunanca gibi konuşuyordu.
Bu tür insanlar, tıpkı Almanya’ya 50 yıl önce giden birinci kuşak Türk işçiler gibi, gettolaşıp kendi içlerine dönüyorlar.
Köleliğin öyküsünün anlatıldığı Kökler (Roots) dizisi 1977 yılında hepimizi TV ekranlarına çekmişti.
Ne eziyet etmiş Beyaz Adamlar şu renkli kardeşlerine yıllarca öyle ya..
1442’de ilk kez Portekizli kaşifler başlamış, Batı Afrikalılar’ı Avrupa’da kırbaçlayarak, bıçaklayarak ölümüne çalıştırmaya.
1680-1786 yılları arasında sadece Amerika 15 milyon kadar köle satın almış.
400 yıl kadar süren köle ticareti sırasında 90 milyon kadar insan ölüyor.
1804’de Maryland eyaletinde başlayan köleliğe son kampanyaları, 1865 yılında toptan kalkıyor.
Üreme ve lobi çalışmaları hayli güçlü olan, Sezen Cumhur’un tanımlamasıyla Çikolata
Renkli bu vatandaşlar öylesine hızla çoğalıyorlar ki, bildiğiniz gibi son ABD başkanı onlardan seçildi.
Ülkenin uluslararası politikası, dünya jandarmalığı konumu, yeni başkana rağmen pek değişmedi.
Değişen, sadece seçilen yeni başkanın biraz daha yanık tenli olması.
Aslında ben, bu kızın gurbet ellerde okumasına neden evet dediğimi hala bilmiyorum.
Yahu bu kadar şişman insan nasıl bir araya gelmiş böyle?
Amerikan nüfusunun % 68’i ya fazla kilolu, ya da obez (şişko patatesin bilimsel adı)
Spor
mağazasında, şık restoranlarda, özetle her yerde 150 kilo ağırlığında
Hacıyatmaz gibi hareket ederek çalışan şişko var bolca.
2010
verilerine göre Amerika, 61 milyon turist ile Fransa’dan sonra en fazla
turist çeken ikinci ülke. (biz, Almanya ve İngiltere ile birlikte yılda
27 milyon kişiyi ağırlayarak; beş, altı ya da yedinci sıradayız)
Sadece Newyork’u yılda 40 milyon kişi ziyarete geliyor.
Başta Time Square meydanı olmak üzere, şehrin bir çok köşesi Disneyland gibi bir hayal dünyası adeta.
Wimbledon,
Roland Garros’tan sonra Newyork’ta oynanan ve dünyanın en önemli dört
tenis turnuvasından biri olan US Open’ı,ön eleme maçları gibi kıyısından
da olsa görmek kısmet oldu.
Avustralya’ya da bir seyahat uydurursam, oynayarak olamasa da, hiç olmazsa gezerek şu meşhur Grand Slam’i tamamlamış olacağım.
Tam tenis maçları oynanırken deprem olmasın mı?
Sallanan bir ülke mensubu olarak ben, yerimden bile kıpırdamadım bu her yeri açık mekanda.
Az sallanan Conileri bir görecektiniz.
Yarım saat kadar birbirlerine heyecanla, hepi topu 5.8 şiddetindeki depremi anlattılar.
Meşhur sinemacı Woody Allen’ın doğum yeri olan Brooklyn’i görmeden dönmek olmazdı.
Klasik,
bol aksiyonlu Hollywood filmlerine oranla, çok farklı bir lezzeti
vardır bir Ortodoks Yahudisi olan Woody’nin filmlerinin.
1965-2009 yılları arasında çektiği 72 filmin neredeyse tamamını Newyork’ta, hatta Manhattan’da çekmiş Woody Allen.
Şehrin iki yakasını birbirine bağlayan köprülerden biri Brooklyn Köprüsü.
Oradan da çok atlayan varmış intihar amacıyla.
Bizde uygulandığı gibi, bu güzel manzarada yayaların geçişini yasaklamamışlar.
“Atlayan atlasın kardeşim, kalan Newyorklular bize yeter zaten” demişler.
Üzerinde, patenliden, bisikletliye, kaykaylıdan, koşana kadar herkes vardı.
Madem bu kadar özleyecektik, niye peydahladık ki biz bu çocuğu o zaman yani?
Konuyu ara sıra bölüyorum ama idare edin o kadarcık.
11 Eylül 2001 faciası, tüm emniyet birimlerini paranoyak yapmış.
Gümrükte aldığınız hiçbir sıvıyı size teslim etmiyorlar.
Uçağa girerken alabiliyorsunuz ancak.
Su, orada boks dersleri alıyor.
Hocasının önerisiyle ilginç bir bölge şampiyonası izledim.
Bir akşam da, “Catch Me İf You Can” adlı müzikale gittik.
Ama favori mekanım, şehrin göbeğinde 1857’den beri varolan Central Park’dı.
Taksim’in göbeğinde 8.430 dönümlük bir park düşleyin.
4 kilometre uzunluğunda, 800 metre eninde bir devasa alan.
Adeta şehrin akciğerleri gibiydi.
Bir büyük tur 9.700 metre.
Londra’daki kardeşi Hyde Park’ın yaklaşık olarak 8 katı büyüklükte.
Günde 19 saat güvenliği, parka ait karakolu bile var.
Oğulları askere giden aileler, “o şimdi asker” anlamında Amerikan bayrağı asmışlardı balkonlarına.
İnsan özlüyor özlemesine de, yapacak bir şey yok işte..
Geniş, ferah Ford marka taksiler güzeldi güzel olmasına da, şoförlerinin çoğunluğu bizdekiler gibi arızalı ve gergindi.
Araba kullanırken kendi kendilerine konuşuyorlar, her an inip kavga edecek gibi sinirliler.
Parklar da dahil olmak üzere, topluma açık olan tüm alanlarda sigara içmek yasaklanmış Newyork’ta.
Bir paket sigaranın 12 Dolar olması da içenleri biraz frenlemiş gibi.
Dünyada her yıl 2 milyon kişi sigarayı bırakırken, 2 milyon kişi de tütün mamüllerinin yol açtığı hastalıklardan ölüyor.
Aradaki tercihi de akıl fikir belirliyor.
Değişik bir koruma anlayışları var.
16 yaşını dolduran gençlere ehliyet veriyorlar, ama aynı kişiye 21 yaşını doldurana kadar bir bardak şarap almak yasak.
Avrupa’ya oranla külüstür yerleri hayli fazla.
Paslı
trenler, yollardaki elektrik telleri, hayata tutunamayan yaşlı
evsizler, yoksul mahalleler, Disneyland gibi bir hayal yaşamı simgeleyen
meşhur Timesquare meydanının hemen ötesinde insanın yüzüne çarpıyor.
Istanbul’un, benim bildiğim kadarı ile Vizantion’dan, İstinpoli’ye kadar 33 kadar ismi vardır.
Newyork’un eski adları ise; Nouvelle Angouleme, Big Apple ve New Amsterdam ile sınırlı sanırım.
Merak eden gidip görsün de..
Istanbul,
Paris, Roma, Berlin, Londra gibi buram buram tarih ve kültür kokan
kentlerden sonra benim için Newyork, 500 yıldan kısa geçmişiyle bir
büyük hayal kırıklığı oldu..
19.09.2011