İsviçre’yi otuz yıl sonra ikinci kez gördüm.
İlkinde, bir lise öğrencisi iken, sevgilimi ziyarete gitmiştim.
Bir “Lady School”da eğitim alıyordu.
16 yaşında iken bir hanımefendi olmaya çalışıyordu.
Oldu da sonunda.
Şimdi, kendisi gibi hanımefendiler yetiştirmeye çalışıyor Türkiye’de.
O zamanlar, trenden, çikolataya, otomobilden, sosisli sandviçe, ne görsem heyecanlandırıyordu beni.
Çünkü o yıllarda, yoktu neredeyse bunların hiç biri bizde doğru dürüst.
Teneke kutuda satılan Budweiser birasının, zor bulunduğu yılları anlatıyorum.
Bir
kakao türevleri sapkını olarak ben, yediğim Toblerone ve Mars
çikolataları yüzünden, o yıllardan en çok tertemiz tuvaletlerini
hatırlarım İsviçre’nin.
Artık beni şaşırtan özellikleri farklılaşmış Confödaratio Helvetica’nın (CH).
Ee, ben de değiştim haliyle.
İstanbul’un Karaköy semtinde, meşhur bir Bankalar Caddesi vardır, bilirsiniz.
İsviçre, adeta bir Bankalar Diyarı.
Yer, gök, banka.
UBS ve Credit Suisse, en göze çarpanları.
Kim
icat ettiyse bu bankacılığı, dünyada en iyi nemalanan ülkelerin
başında, herhalde bu küçük, yedi buçuk milyon nüfuslu İsviçre
geliyordur.
Tefecilik, para satma, para sallama gibi sevimsiz
sözlerle bizde sempati duyulmayan bu meslek, İsviçre’nin zenginliğinin
birinci nedeni.
İsviçreliler’de, elalemin tasarrufunu lüpleyip,
mevcut bankayı batırıp, sonra da paraları başka yerlere depolama gibi
bir sistem olmadığından, bankaları da kalıcı.
Bizim hortumcuların alın teriyle hortumladıklarını da muhtemelen onlar değerlendiriyorlardır.
Temiz bankacılık ve dürüst iş yapanları, çiçekli güzel bir kenara koyalım.
Sır
saklama altın formülüyle, ne kadar dolandırıcı parası, diktatör altını
varsa, İsviçre’nin o görkemli binalarının dehlizlerinde saklanıyor.
İkinci
dünya savaşı sonrasında ölen Yahudiler’in, yaklaşık altı milyar dolar
paraları da hala İsviçre bankalarında ölenlerin varislerini bekliyor.
Zenginin parasının dedikodusunu yapmak hoş olmuyor biliyorum.
Kökleri yüz bin sene öncelerine dayanan İsviçreliler’in ünlü caddeleri göz kamaştırıcı dükkanlarla dolu.
Her yer, saat, altın ve kürk satıyor sanki.
İnsanlar
öylesine şık ki, rahat bir şeyler giyip dolaşayım deseniz, “acaba bu
intihar bombacısı filan mı ?” bakışlarıyla karşılaşabilirsiniz.
YOKSA BİZ DE Mİ ZENGİN Mİ OLDUK ?
Altı sıfır attık ya hani.
Evvelden sıfırlarımızdan nasıl da utanırdık, değil mi?
Tarih sözlüsünden sıfır almak gibi bir duyguydu sanki.
Bir yabancıya, “bizde üç ekmek bir milyon lira eder” demek, itiraf edin nahoş bir duyguydu.
Sıfırlardan, diyet yapmadan kurtulunca, birden İsviçre parasıyla aynı düzeye geliverdik.
Bizi
havalimanına götüren Türk taksi şoförü, elli İsviçre Frankı tutan bedel
için, “isterseniz elli YTL de ödeyebilirsiniz, yakında memlekete
gidecem de” deyince bir hoş olduk.
Paramız, sanki şu zor söylenen konvertibil’den oluvermişti.
Keşke bir sıfır daha mı atsaymışız ne..
Belki o zaman İsviçre’yi de sollarmışız zenginlikte.
BOYUTU ÖNEMLİ DEĞİL, ÖNEMLİ OLAN İŞLEVİ
Bu atasözü, değerli düşünürümüz Haydar Dümen tarafından mı söylenmişti?
İsviçre, Türkiye’nin yirmide biri küçüklüğünde.
Nüfusu da onda birimiz kadar.
En büyük şehirleri Zürih (350.000).
Onu, 175.000’er nüfusla Cenevre ve Basel takip ediyor.
Başkent Bern’de 130.000 kişi yaşıyor.
Bizim için tarihi önemi olan Lozan’da oturanların sayısı ise 125.000 civarlarında.
Yüzde altmış beşi Almanca konuşuyor.
Yüzde on sekizi Fransızca, yüzde onu ise İtalyanca.
Kalanlar da Romanca konuşuyorlar.
Bizdeki Çingenelerle karıştırmayasınız.
Bu başka bir dil.
Birbirlerini dilini ya bilmiyorlar, ya da konuşmasını sevmiyorlar.
Bir Zürih’li ile bir Cenevreli’nin İngilizce konuşarak anlaşmaya çalışmalarını izlemek hayli eğlenceli oluyor.
Nüfusun yüzde kırk altısı Katolik, yüzde kırkı Protestan, yüzde dokuzu ise Ateist.
Amerika’daki eyalet sistemine benzeyen bir yönetim anlayışları var.
Kantonlarca yönetiliyorlar.
Bu kadar refah da başa bela canım.
Para al, para sakla, para sat..
Kazandıklarınla kürk al, mücevher al, Alpler’de kay, güneye tatile git, çikolata ye.
Sonuncusunu dikkatli tüketmekte yarar var, yazımın başındaki örneği unutmayalım.
Üstüne bir de ortalama seksen yıl yaşa.
Bizim gibi, “yarın ola hayrola” kültüründen gelme ülke vatandaşları için bu kadar varlık hakikaten bağırsakları bozabilir.
İNEKLER DE HUZURLUYDU..
Cenevre’den, Zürih’e trenle giderken doğa öylesine güzeldi ki anlatamam.
Sanki, yeşil bir bitki tünelinde gidiyor gibiydik.
Heidi ile ak sakallı dedesi, yamacın birinden el sallayacak diye bekliyor insan.
Ayakta inek yok gibiydi.
Çimlerin üzerine serilmişler ve sanki, “yaa, kalk şimdi bir de Nestle için süt ver” gibi bir ifade vardı suratlarında.
Cenevre’yi en çok Araplar sevmiş.
Bankalar, oteller, göl manzaralı evler satın almışlar.
Göl deyince aklınıza Terkos gölü falan gelmesin.
Altmış
kilometre uzunluğunda, yer yer üç yüz elli metre derinliği olan,
üzerinde yat yarışları yapılan, kabından çıkamamış bir deniz yavrusu.
Göl manzaralı evler de, üç-beş milyon Euro civarlarında alıcı buluyormuş.
ŞU CENEVRE’Yİ NASIL TELAFFUZ ETMELİ ?
Orada yaşayanlar Geneve (Jönev) diyor.
Zürihliler Genf diye okuyor.
İtalyan İsviçreliler ise Geneva (Ceneva) diyor.
Biz de hepsinden farklı olarak Cenevre diye uydurmuşuz.
Bu dil karmaşası, her şehir, hatta ülke adının söylenmesinde bile devam ediyor.
Nasıl çıkıyorlar işin içinden, anlaması zor yani.
SINDIRELLA MAN
Bu filmi seyretmek İsviçre’de nasip oldu.
Norveç’in
Bergen şehrinden gelme, Amerikalı James J. Braddock adlı bir boksörün
gerçek yaşamından alınma öyküsünü, yaşlı, varlıklı İsviçreliler’le
birlikte izledik.
Borsanın çöktüğü Kara Pazartesi sonrası yoksulluğu, çaresizliği de anlatan film etkileyiciydi.
Filmdeki
fakirlik, dışarıdaki yaşamla öylesine bir tezat oluşturdu ki, çıkışta
teyzeler kürklerine sarınıp, ilk gördükleri tahtaya üç kez vurmuşlardır.
Yüz
yıl hiç çalışmasalar da, kendilerine yetecek varlıkları olduğu söylenen
İsviçreliler, milli hava yolları Swissair’e sahip çıkamadılar.
Resmen battı şirket.
Onun yerinde, şimdi yarısı özel, yarısı devlete ait Swiss şirketi kurulmuş.
AA.. MİGROS İSVİÇRE’YE MAĞAZA AÇMIŞ
Yıllar önce İsviçre’ye ilk kez giden bir arkadaşım, şaşkınlığını böyle anlatmıştı.
Çocukluğumuzdan
beri öylesine yaşantımıza girmiş ki Migros, bu anlı şanlı İsviçre
firmasını bir çok insan hala bir Türk kuruluşu sanır.
Şimdilik, en çok tercih edilen ülke konumunda değiliz.
İki milyon kadar seyahat satın alıyor İsviçreliler.
Her dört İsviçreli’den biri İspanya’ya gidiyor.
İkinci sırada Fransa var.
Onları İtalya takip ediyor.
Yunanistan ve Türkiye’ye yaklaşık üç yüzer bin İsviçreli geliyor.
Pek yakında bu rakamlar bizim lehimize değişecek, inanın..
Çalışkan insanları, kredi kartı inceliğindeki kaldırımları, ticari zekaları, Davos’u, Lozan’ı ile bir dünya markası İsviçre.
Darısı memleketimizin başına..
Tunç Müstecaplıoğlu
29.09.2005