Kudüs, İsrail, Filistin.. Bu üç özel isim Kudüs’e gitmeden önce kafamda hayli karışıktı. Üç günlük turun ardından biraz daha karıştı. Yoğun tur programlarının ardından kafamdaki cami, kilise, sinagog görüntüleri birbirine dolandı.
Kim hangi taşa basıp göğe uçmuştu, atın üzengisine ayağını geçirmiş miydi, İsa nerede ölmüştü?
Bizim turist gibi zor yürüdüğümüz yollardan o koskoca haçı nasıl taşımıştı anlaşılır gibi değildi.
Zaten bilinçli zihinle bakıp da arıza çıkarmanın pek de bir alemi yok yani.
Bıraktık
kendimizi çok dil bilen şeker rehberimiz Veskine hanımın elerine ve
onun zarif çevirmeni, pek deneyimli rehber Gürsel kardeşimizin lirik ve
coşkulu anlatımına, gezdik dolaştık kutsal toprakları.
3.200 yıl önce, Musa’yı Mısır firavununu kızı Nil nehrinin kıyısında bir sepette bulmuştu hatırlarsanız.
Ondan
yaklaşık 1.200 yıl sonra dünyaya gelen genç Jesus ve ondan da 570 yıl
sonra doğan Muhammed hep bu bölge ve yakınlarında yaşadıklarından olsa
gerek, bu topraklar kutsanmış.
O yıllarda Amerika ve Hollywood henüz icat olunmadığından, ilginçlikler başka topraklarda da cereyan edebiliyormuş.
Kutsal diye boşuna denmemiş ama oralara.
Mesih
gelip de mahşer gününü ilan edince, tüm ölüler mezarlarından kalkıp
bizim üzerinde özensizce dolaştığımız o kutsal topraklarda
toplanacaklarmış.
Paranın gözü kör olsun.
Bunu bilen zenginler yolda zaman kaybetmemek için şimdiden Kudüs’e gömülüyolarmış.
3.000 yıldan önce ölenlerin işleri bu mahşer mevzuunda biraz zor.
Ee o zamanlar semavi dinler henüz geliştirilmemiş.
Puta, yıldırıma, güneşe tapanlar kendilerine gelince biraz zorlanacaklar.
Cem Yılmaz bir oyununda ne de güzel hicvetmişti bu konuyu.
Biz bile capcanlı halimizle, adeta bir mahşer provası gibi olan kalabalık turist gruplarının arasında şaşakaldık.
İmam, haham, papaz, bir de onların farklı fraksiyonları, müritleri, her renkten turist arasında kaybolmadan yürümek bile zordu.
Vardır bir çözümü mutlaka, bana mı kaldı mahşer gününün organizasyonu şimdi.
Biz 40 kişiyle sabahları otobüsü zamanında zor kaldırdık.
Neyimize gerek mahşer gününün derdi.
Biz iyisi mi yine gezi sohbetimize gelelim.
“işte
şu gördüğünüz gölde İsa yürümüş (o sırada bir Arap su kayağı yaparak
teknenin yanından geçiyordu), ağları balıkla doldurmuş, burada ekmeği
çoğaltmış, şurada bir ölüyü diriltmiş.. Ömer bey kiliseden bir taş
atmış, işte orası mescid olmuş, Kral Davut’un oğlu Süleyman 3.100 yıl
önce şu taş yolu düzenlemiş..”
Sohbetler hep bu minvaldeydi anlayacağınız.
İsa
aslında bir Musevi imiş, kendisini mesih (kıyametten önce gelmesi
beklenen peygamber) olarak ilan edip reform önerilerinde bulunmaya
başladığında ona kızıp öldürmüşler.
Hıristiyan lafını ağzına bile alamadan daha museviyken öldürüvermişler genç yaşında.
Bunları dinlerken bir arkadaşım kulağıma eğilip kafamı daha da karıştırıyor.
“yok
yaa ölmemiş aslında, Mısır’a kaçırmışlar, 70 yıl sonra eceliyle ölmüş.
Babası da marangozun genç oğlu, Meryem’in bakireliği falan hikaye.
Beni kafirlikle filan suçlamamanızı önemle rica ediyorum.
Kulaktan dolma bilginin anlatımı da bu kadar olur.
Ortaokulda din bilgisi hocamıza, “leylekler hacı mıdır hocam?” sorumun ardından gösterdiği tepki sonucu bilgilenmem biraz kısıtlı kaldı.
Siz uygun bulduğunuz yerlere, ‘efendimiz, hazreti, halife, peygamber’ gibi sözcükleri kendiniz yerleştirin lütfen.
Şimdi size bazı kısa notlar aktaracağım.
Ağlama Duvarına Ağlama Duvarı denmesini İsrailliler sevmiyorlarmış..
İbraniler aynı duvara Batı Duvarı, müslümanlar ise Burak Duvarı diyorlar.
Biz de gidip baktık, ağlayacak bir şey yoktu.
Kızlar, duvara telli baba muamelesi yapıp taşların arasına çeşitli kağıtlar sokarak dilekte bulundular.
Ne dilediklerini göremedik, çünkü erkekler ve kızları bir paravanla ayırmışlar.
Lut gölünde çamurlarla oynaştık, sağlıklı imiş, hatta paket içinde satıyorlar.
Erkekler
Mescid-i Aksa’ya (en uzaktaki ibadethane anlamına geliyor ve Kabe’den
sonra en büyük ikinci mescit imiş) ellerini kollarını sallayarak
girebilmelerine rağmen kızlar girmekte zorlandılar.
Kiralık, emanet etek, eşarp rica ederek ancak sokabildik içeriye.
Tura başladıkları karizmaları geçici olarak zedelendi, sevimli hayaletlere benzediler.
Kitapları yazanların erkek olmalarından kaynaklanıyor sanırım, kızların hayatı biraz zorlaştırılmış gibi.
Güçlü abisi ve hamisi Amerika olan İsrail son 2.600 yılda on farklı medeniyet tarafından yönetilmiş.
M.Ö. 587 yılında Babilliler M.Ö. 538’e kadar 49 yıl yönetmiş bu toprakları, sonra sırası ile;
205 yıl Persler, (M.Ö. 538-333)
270 yıl Helenler, (M.Ö. 333-63)
376 yıl Romalılar, (M.Ö. 63-M.S. 313)
323 yıl Bizanslılar, (313-636)
463 yıl Araplar, (636-1099)
192 yıl Şövalyeler, (1099-1291)
228 yıl Memluklar, (1291-1516)
402 yıl Osmanlılar (1516-1918), son olarak da
30 yıl İngilizler (1918-1948) yönetmişler.
1948 yılında bağımsızlığını ilan etmiş İsrail.
Bu işten hoşlanmayan tüm komşuları savaşmak üzere doluşmuş içeri.
Lübnan, Suriye, Ürdün, Mısır..
İsrail kazanmış.
David Ben-Gurion başbakan olmuş.
Kudüs’ü başşehir olarak ilan etmiş.
Hala da başşehir.
1967’de Ürdün ile Kudüs sokaklarında 6 gün savaşlarını yapıp kazanmışlar.
7.2 milyon nüfusun 5.5 milyonu Yahudi, 1.5 milyonu Arap. (bunların yüzde sekseni müslüman, diğerleri hıristiyan)
Çoğunluğu Amerikalı, Alman ve Rus’dan oluşan iki milyon kadar turist ağırlıyorlar.
Yani Antalya’nın dörtte biri kadar.
En kalabalık iki şehir Kudüs (750.000) ve Tel Aviv (600.000).
Batı Şeria ve Gazze’de 2.5 milyon Filistinli’nin yaşadığı tahmin ediliyor.
Bu bölgeler İsrail’in içinde ve bu günlerde uzunluğu yaklaşık 750 kilometreyi bulacak duvarlarla izole edilmeye çalışıyorlar.
Aynı Berlin’de yapılan hatalar yapılıyor.
İki kardeşin arasına devasa gri duvarlar örülmüş, başlarında da askerler var.
Duvar faciasını yaşamış Almanlar, duvarın önünde hiç tanımadıkları insanlar için ağlıyorlarmış.
Torunlarımız, yıkıldığı günü ya görür ya da görmezler artık.
Cumhurbaşkanı Şimon Peres, para birimleri ise Şekel.
Yönetim şekilleri parlamenter demokrasi.
Yollarda açık yeşil askeri uniformalı çoluk-çocuk, boylarınca makineli tüfeklerle dolaşıyorlardı.
Uniformalı genç kızlar da vardı aralarında.
Çöp bidonunun arkasına saklanan baba-oğulu bunlar mı öldürüyorlar, anlaşılır gibi değil.
Oysa, Oskar Schindler (mezarı Kudüs’te) onları hayatını tehlikeye atarak kurtarmıştı.
Biz de Schindler’in Listesi ve daha bir çok filmde onlar için göz yaşı dökmüştük.
Kim, ne zaman mazlum ne zaman zalim tarih sayfalarında öylesine sık yer değiştiriyorlar ki.
National Geographic belgesellerindeki ‘Avlanan Avcı’ gibi adeta..
Biz orada iken ABD dışişleri bakanı Condelica Rice da oradaydı.
Birlikte zaman geçirmek kısmet olmadı.
Batı Şeria’ya gidip, birkaç İsrail tankına sapanla taş atma turu var mı diye sorduk, yokmuş..
Sorduğumuz taksi şoförü Türkiye’ye birkaç kez gidip gelmiş.
‘En çok neyimizi beğendiniz?’ diye sorduk.
“ne çok tatlı suyunuz var sizin öyle, ama kıymetini bilmiyorsunuz, hatta denize döküyorsunuz”
Şiş kebap, lokum diye bir cevap beklerken şaşırdık haliyle..
Meğer, bizim şelalelere alık alık bakma etkinliğimiz onlara susuzluğu çağrıştırırmış.
Bu
arsız İsrailliler’in şoförü böyle düşünüyorsa, devlet adamlarının gizli
dosyalarında bizimle su için dalaşmayı göze alma planları yoksa
şaşarım.
Tunç Müstecaplıoğlu
01.04.2008