Yine masum insanlar öldü Mısır’da. Niye öldüklerini anlayamadan göçüverdiler.
Kendini patlatmaya karar vermiş birine karşı savunma yapmak nasıl da zor.
Mısır’da, 1992 yılında turistik yerlerde başlayan saldırıların on üçüncüsü en kanlısı oldu.
Oysa, 1997 Luxor faciasından sonra Mısır, akıllı politikacıların
aldıkları güvenlik önlemleri sayesinde yedi iyi yıl geçirmişti. 2004
yılında Taba şehrindeki Hilton otelinin plajında patlayan bombalarla
otuz dört kişi ölmüş ve huzurlu tatil sekteye uğramıştı.
Sharm El
Sheikh (Şarm El Şeyh diye okunuyor), renkli, tropik balıkları,
mercanları ile tam bir dalış cenneti. Dalmadan deniz gözlüğü ile bakmak
bile büyük bir keyif. Amerika’nın Las Vegas’ı, Güney Afrika’nın Sun
City’si gibi bir tür yapay şehir.
Daha önceleri hiç bir yerleşim
yeri yokken, turistlerin ilgisiyle koskoca bir cazibe merkezi haline
gelmiş. Sharm’lı diye kimse olmadığından, mülklerin sahiplerinin
çoğunluğu Kahireli iş adamları. Sharm, Mısır devlet başkanı Hüsnü
Mübarek’in gözbebeği. Ülkenin adeta yazlık başkenti, Antalya’sı.
Mubarak’ın
(orijinal yazılışı böyle) kişisel çabaları, vaatleri, yarattığı vergi
avantajları ile dünyanın neredeyse tüm uluslar arası otel zincirleri
Sharm’da. Yetkililerin başarılı planlamaları ile, Mısır’a gelen yıllık
turist sayısı birkaç yıl içinde iki milyondan altı milyona çıktı.
Şehir
merkezinin dışındaki oteller daha iyi korunuyor gibi. Ancak Naama Bay
bölgesini, yani şehrin merkezini savunmak hayli çetrefilli. Sharm’a iki
kez gittim. 64 kişinin öldüğü otelin hemen yanı başında şehrin en
kaliteli baskılı tişörtleri satılıyordu. Birkaç kaç kez gittiğim bu şık
dükkanın da patlamadan ağır hasar görebileceğini tahmin ediyorum.
MISIR’A BİR ŞEY OLMAZ..
1997
yılındaki Luxor faciasında 58 turist ölünce, Mısır turizmi bir yılda %
45 oranında gerilemişti. Ben artık o oranda etkileneceklerine
inanmıyorum. Bir uçak düştüğünde, eğer ertesi gün uçmak zorundaysak,
nasıl paşa paşa yine uçuyorsak, insanlar da kısa bir süre sonra yine
Mısır’a gidecekler.
O renkli balıklar, o sıcak deniz, o gizemli
nehir, o müthiş müze, o görkemli tarih orada olduğu sürece, ara sıra
kesintiye de uğrasa, bu güzel yerler ziyaret edilecek demektir.
Mısır’da, ülkeyi sevdiren kitaplar yazdıran, çizgi filmler yaratan, tur
operatörlerinin her boş koltuğuna iki yüz Euro’ya kadar destek veren
yetkililer orada iktidarda olduğu sürece Mısır’a bir şey olmaz.
LONDRA’DA PARANOYA
Bu
aralar felaket bölgelerinden teğet geçiyorum. Metro ve otobüs
saldırılarından birkaç gün önce de Londra’daydım. Polisler huzursuz ve
gergindiler. Şüpheli buldukları naylon bir poşet için saatlerce yolları
kapatmış, insanları araçlardan indirmişlerdi. Sanırım, başlarına gelecek
muhtemel bir felaketin ihbarını almış, ama tehlikenin nereden
geleceğini çözemiyorlardı.
Birisi elini hızlıca kaldırsa,
silahlarına davranacak gibiydiler. Bir önceki gelişimde kibarlıklarından
etkilendiğim centilmenler, insanlara boş gözlerle bakıyorlardı.
Nitekim,
geçtiğimiz günlerde, patlamalarla alakasız bir Brezilyalı garibanı, hem
de kafasına kurşunlar sıkarak zararsız(!) hale getirmişler. Benzeri bir
gafı bir İngiliz teknisyene Taksim Metrosu girişinde bizim polisler
yapsaydı, neler olacağını düşünmek bile istemiyorum.
Çünkü onlar James Bond’un çocukları. Yani, “licensed to kill”
(öldürme yetkileri var). Bayrak yakan, dükkanların camlarını indiren,
gittikleri her yerde olay çıkartan dünyaca ünlü holiganlarından ikisi,
bir sokak kavgasında Istanbul’lu bazı itler tarafından bıçaklanarak
öldürülünce, neredeyse Ada’da milli yas ilan edilecekti. Bakalım
Brezilya’ya ne anlatacaklar?
ASIL BİZ DÜŞÜNELİM..
2006 yaz kontratlarını bitirmek üzereyiz. Bırakın Mısır hükümeti gibi sansasyonel destekleri, biz hala “acaba şimdi ne vergisi yumurtlayacaklar?”
tedirginliğinde bekliyoruz. “kesmeyin şu deve kuşunu, üstüne biner gezeriz, bir yumurtası ile kırk kişilik omlet yapar yeriz, tüyü bile para eder bunun” diye derdimizi kime anlatacağız?
Bu
yazıyı, otelin havuzuna bakarak yazıyorum. Güzel, ritmik bir müzik
eşliğinde turistler masmavi havuzda oynaşıyorlar. Kimisi neşeyle
kaydıraktan kayıyor, kimisi uyur gibi sırt üstü yatmış suya. Havuzun
köşesindeki iki genç ise, sanki etrafta kimseler yokmuş, evlerinin
jakuzisindelermiş gibi rahatça öpüşüyorlar. Kendinden çok daha büyük
simidi ile yüzen küçük bir kız da merakla onları süzüyor.
Sanki
kimse Sharm’ı düşünmüyor gibi. Kendileri, ya da ana-babaları, bir yıl
boyunca bu tatili düşleyerek çalışmışlar. Akıllarına geliyorsa da
Mısır’daki felaket, belki de, “iyi ki bizim başımıza gelmedi”
diyorlardır, son derece insanca bir dürtüyle.
OLMUYOR, HEPSİ BİR ARADA OLMUYOR..
Aylarca
sıcak kalabilen masmavi bir deniz, bulutsuz bir gökyüzü, üç yüz gün
boyunca sıcacık parıldayan bir güneş, yemyeşil bir doğa, keşfedilmeyi
bekleyen dağlar. Bu güzel doğal armağanların yanına bazı havuz
problemleri de ev ödevi olarak eklenmiş. Bunlar ne mi?
Komşularla
bir türlü bitemeyen sorunlar, aramızda kendisini patlatmak üzere
dolaşan umutsuz insanlar, turizm gelirimiz arttıkça güçleneceğimizi
bilen dost görünümlü düşman ülkeler. Zor bir kokteyl yani.
Ya bir
de Norveç, Belçika gibi huzuru tıkırında bir ülke olaydık. Kim
tutabilirdi bizi acaba? Ama hepsi bir arada olmuyor işte. Ülkemizin bir
yanında savaş var hala. Antalya’da yaşayarak olanı biteni algılamak
kolay değil.
Ölen subaylar, gencecik askerler, polisler var.
Tezahüratlarla, bayraklarla uğurlanan körpe bedenler tabut içinde
dönebiliyor. Ağlaşan analar, eşler, çocuklar günlük haber haline gelmek
üzere. Bir akrabamız, komşumuz, mutsuz, hasta ya da yoksul iken ne kadar
huzurlu isek, bunlar doğuda yaşanırken batıda da o kadar huzurluyuz.
Kan ve turizm o kadar tezat ki.. Birbirine bulaştırmadan sürdürmesi de o denli zor..
Tunç Müstecaplıoğlu
24.07.2005