Geçtiğimiz Pazar gecesi, “Aşık Şekspir” filminde, sinemaseverlerin duyguları hayli karmaşıktı. Sinema başlangıcı ve arasında herkes depremi konuşuyordu. Ölü ve yaralı sayılı haberlerden biraz olsun sıyrılabilmek için doldurmuştu, hatırı sayılır bir kalabalık Grand Kaptan’ın çatısını.
400 yıl önceki İngiltere’ye giderek, “Tiyatronun Babası Şekspir’in
dünyasını yaşamak istiyorlardı. Karanlığı,gürültüsü, okunması zor
yazılarına rağmen, fena da başlamamıştı film.
Derken, perdede
kırmızı bir nokta belirdi. Bu, son zamanlarda sıkça rastlanan bir lazer
oyuncağıydı. Dakikalarca, perdenin üzerinde gezinerek herkese cinnet
geçirten bu oyuncak, 460 nolu odadan ışınlanıyordu.
İnce bir
düdük görünümündeki, bu sadece kullanana keyif veren garip anahtarlığı,
bir çoğumuz, fitil yapıp sahibinin iç organlarını aydınlatmak arzusuyla
odasına yüklendik.
Karşımıza, 17-18 yaşlarında; Fransızca
konuşan, ithal bir piç kurusu çıktı. Fransızca argomuz zayıf olduğundan,
hatırını yeterince soramadık ancak; uzunca bir süre, bu oyuncağı
kullanamayacağından emin olarak döndük yerlerimize.
Perdenin
arkasından göğü tırmalayan yasal lazerler, kızıl kuleli diskotekten
yükselen canhıraş müzik, onun hemen yanı başındaki halı sahadan yansıyan
maç gürültüleri; bizi bir türlü on altıncı yüzyıla göndermiyordu.
Şekspir’in
ilham perisi ona ölümsüz bir eser yazdırırken, biz bir türlü filmin
havasına giremiyorduk. Hatta ben, filmin sonuna kadar, kısıtlı edebiyat
bilgimin hazin bir sonucu olarak sürekli, “olmak ya da olmamak” ne zaman
denecek diye bekleyip durdum.
Romeo ve Jülyet, Otello, Kral
Lear, Venedik Taciri, Macbeth ve dolayısıyla Hamlet çorba olmuştu
kafamda. “To have or not to have’lerle geçen günlük yaşantımdan,
Şekspir’in İngiltere’sine trans olamadım bir türlü.
Haftaya, “Meet Joe Black” filminde bunu başarıp, azrailin bu yakışıklı versiyonunu can gözüyle izleyeceğim.
Tunç Müstecaplıoğlu
24 / 08 / 1999