Eylül 1998’de, Saint Petersburg’un Kastüşka Hastanesi’nde geçirdiğim on gün sırasında; Rus insanını, çok dar gelirli tıp camiasını yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Hastane koridorlarında, hastalarla hemşirelerin, ikinci el makyaj malzemesi ve kozmetik takaslarını gözlemlemiştim. Kapımda 24 saat nöbet bekleyen biri silahlı, iki koruma görevlisi; doktora bile,”el insaf” dedirten bir kontrolle, beni izole edecek, “sakıncalı hasta” konumuna soktularsa da; her boş bulunduklarında, hastanede yaşayanlarla söyleşmeye çalışmıştım.
İyileştiğimi de en çok, bana ilk karşılaşmamızda acıyarak bakan
yakınlarımın, yüz hatlarından takip etmiştim. Ruslar, eski teknoloji
ürünü cihazları ve kısıtlı olanaklarına rağmen, beni kısa sürede
iyileştirerek, memlekete geri göndermişlerdi.
Sekiz ay önce
geçtiğimiz günlerde, yine; zorunlu hastane gözlemi fırsatım doğdu. Gün
boyu çektiğim karın ağrılarımı, anneannemden duyduğum tekniklerle
dindiremeyince; her Tür vatandaşı gibi son çare olarak, ağrının
başlangıcından on iki saat sonra, bir doktora danışmaya karar verdim.
“Bir
hap verirler geçer gider. Boşuna sıkıntı çekmeyeyim” diye düşünmesem
appendix’imi, yani kör bağırsağımı patlatıyormuşum. Hatırlayacağınız
gibi Atatürk; “ Beni Türk hekimlerine emanet edin “dedikten kısa bir
süre sonra, hastalığına geç tanı konduğundan, 58’inde sirozdan gitmişti.
Benim
hekimlerimizle bir alıp veremediğim yok. Ancak, doktorum Genel Cerrahi
Uzmanı Mustafa Özgüler, apandisit ağrılarımı sıcak su torbasıyla çözme
yöntemimi pek tutmadı. Oysa ben, kedimiz Şapşi elini karnıma koyunca
yerimden sıçrayıncaya kadar, etkili bir tedavi yöntemi geliştirdiğime
inanmaya başlamıştım. Hastaneye girdikten bir saat sonra ameliyathanede,
ağzıma jet pilotlarının maskesi gibi bir hortumu dayamışlardı bile.
Ameliyat
olacak hastanın rahatlaması için müzik de düşünülmüş. Müziğin yanında
sadece rakı, beyaz peynir ve kavun eksik. Yarım saatte bitebilecek
operasyon, benim haşlanmış su ile tedavi girişimim dolayısıyla iki
saatte bitebildi.
Organ envanteri konusunda da çok titizler. Yarı
baygın yatarken, kavanoz içerisinde tuhaf bir şey getirdi hastabakıcı.
“Bu da ne?” diye sorunca, “Apandistiniz” demesin mi. “Peki niye getirdin
bunu kardeşim?” Bazı hastalar görmek istermiş de!?!...
Ertesi
sabah, narkoz sersemi iyi görüp göremediğimden kuşkulandığından, yine
getirdi. Bu, vücudun çöpçüsü de denen, ne idüğü belirsiz, hatalı imalat
organla son karşılaşmamız oldu. İlk ziyaretçim, sabahın erken
saatlerinde, taze Belediye Başkanımız Sipahioğlu’ydu. Ulusal ve
uluslararası organizasyonların kriz dönemindeki öneminden, işlerin
bozukluğundan sohbetleştik. Gün boyunca gelen arkadaşlarım, Kastüşka
Hastanesi’nden sonra kendimi evimde gibi hissettirdiler.
Üç gün
önce sıkışsaydım, Yekaterinburg Devlet Hastanesi anılarımı
okuyacaktınız. Ne şanslıyım ki, beni üç gün daha tolere eden apandistim
sayesinde; uluslararası düzeyde hekimleriyle, sıcak ilgi dolu Özel Can
Hastanesi’nde iki güzel gün geçirdim(!).
Tunç Müstecaplıoğlu 08 / 09 / 1999