Babamdan otuz beş sene sonra ben de, 1991 yılında baba oldum.
Kızımı ilk kucağıma aldığımdaki duygularımı tarif etmekte hala zorlanırım.
Mutluluk, endişe, gurur, coşku, huzur bunlardan ilk aklıma gelenler..
On sekiz yıl bu kadar mı çabuk geçermiş.
Bir süredir iki farklı
şehirde yaşamanın verdiği özlem duygusunun üzerine, şimdi bir de iki
farklı ülkede yaşamanın hasreti eklenecek.
Kendisine onca yurt
dışında yaz kampına katılma önerimizi kibarca geri çeviren Su, birden
üniversiteyi Fransa’da okumaya karar verdi.
Tanıdığım en istikrarlı genç şahsiyetlerdendir.
Yaklaşık on yıldan beri Moda Tasarımı eğitimi almak istediğini söyler durur.
Ben bunu ilk başlarda, bir erkek çocuğunun pilot ya da futbolcu olması gibi geçici bir heves zannetmiştim.
İş giderek ciddileşmeye başladı.
Önce,
Istanbul Saint Benoit gibi altı yüz kırk yedi yıllık geçmişi olan bir
Fransız lisesinden, kendi isteği ile sadece on üç yıllık kısa bir eğitim
geçmişi olan Pera güzel sanatlar lisesinde Resim eğitimi almak için
ayrıldı.
Sonra yine kendi çabaları ile okuyacağı üniversiteyi buldu,
orası için gerekli olan dil sınavını (TOEFL) ve portfolyo çalışmalarını
tamamladı, bir miktar da burs kazanarak okulla iletişimini başlattı.
Parsons Güzel Sanatlar ve Tasarım okulu 1896 yılında Newyork’da kurulmuş.
1921 yılında da Paris şubesi açılmış.
Geçenlerde birlikte yeni okuluna gittik.
Paris
zaten; sadece caddelerinde, Sen nehrinin kıyısında, müzelerinde iki ay
aylak aylak dolaşılsa bile, benim gibi sanat üretme kapasitesi olamayan
bir adamı bile planyadan geçirerek şair falan yapabilecek bir
romantizmde.
Kızım neredeyse her girdiğimiz yerde bir kağıt kalem bulup resim yapacak açılar buldu kendine.
Daha önce farketmediğim kadar, resim çizen insan gördüm kızımın sayesinde yollarda, müzelerde..
Zaten herkes canı neyi çekerse onu görüyor etrafında.
Aynı yeşil alana, “usta burada ne biçim top oynanır” ya da “burası da tam kafa çekme yeri” diyen insanlar tanıdım.
Kızımdan önce, “şuraya otursam da bir resmini yapsam” diyen bir yakınım olmamıştı.
Paris’in müzelerine girmek, içinde gezmek de kalabalıktan dolayı hayli zor.
Sadece Luvr müzesini, bir yılda Antalya’yı ziyaret eden insan kadar sanatsever geziyor.
Okulda yaklaşık üç öğrenciye bir profesör düşüyor.
Bir çoğuyla tanıştım.
Okulun;
İletişim Tasarımı, Tasarım Yönetimi, Moda Tasarımı, Güzel Sanatlar,
İlustrasyon, Fotoğrafçılık, Eleştirmenlik gibi bölümleri var.
Tanıştığım hocalara kızım yanımızdan uzaklaşınca bazı baba soruları sordum.
(çünkü yanımda olursa bana kızıyor)
Hocam, bizim kız bu okulu bitirince nasıl olacak da para kazanacak?
Bakın
ben onun fotoğraf hocası olarak ona Newyork’da moda fotoğrafçısı
olmasını önereceğim, dört günde yirmi beş bin dolar kazanan tanıdıklarım
var..
Hemen kızımı bulup, zaten yeteneği olan fotoğrafçılığı önerdim kendisine.
Cevabı her zamanki gibi hazırdı: “madem öyle kolaymış, gidip kendisi yapaymış öyleyse, ne işi varmış ki bizim okulda, ben moda tasarımcısı olacağım..”
Antalya
Koleji’nde öğrendiği İngilizcesinin üzerine, biraz özel ders de
eklenince uluslararası sınav olan TOEFL’dan 93 puan alması okula yaz dil
kursu almadan kabulünü sağladı.
Ancak Paris’te, bir Amerikan adası
gibi duran okuldan dışarıyı adımını atar atmaz, gelenek ve dillerine
bağlı Fransızlar karşılıyor onu.
Manav, İngilizce istersen domates bile vermiyor kolayına.
Kızımın o zarif İngilizce aksanı ile, “sorry” diye adres sormaya çalıştığı teyzeler, kafalarını Fransızca söylenip sallayarak yanımızdan geçip gittiler.
Yani, Fransızca öğrenmeden bu şehirde kolay yaşam yok.
Orada sinema eğitimini tamamlamış olan bir Türk genci ona şunu önerdi.
“Biraz
da olsa Fransızca öğrenene kadar boşuna İngilizce konuşarak zamanını
harcama. Doğrudan Türkçe konuşsan bile anlaşılma şansın daha yüksek.”
Gerçekten
de; tren, doktor, pardon, kürdan, restoran, metro, tuvalet, vitrin,
garson, gibi dilimize girmiş 2.500 kadar Fransızca kelime var.
Bir o kadar da Fransızcaya sızmış İngilizce sözük vardır.
İşte, kullanmasını bilene 5.000 kelimelik bedava baston sözlük..
Gök
sertçe gürlese soluğu annesinin yatağında alan bu genç hanımefendi,
şimdi evinden binlerce kilometre ötede, Asyalı, Amerikalı, Avrupalı,
Afrikalı öğrencilerle birlikte bir dünya insanı olmak için mücadele
verecek.
Zaten bir meslek, ancak dünyanın neresine gidilip de icra edilebilirse bir meslek olarak kabul ediliyor.
Sevdiklerinden
uzakta olmak, yani özlem, çamaşır, ütü, temizlik, kendi kendine
erkenden uyanma, en önemlisi de kendinle başbaşa kalmak bu eğitimin
bedellerinden.
Özgürlük, kendi kararlarını verebilme, bir dünya
insanı olabilme yolundaki güçlü adımlar da bu zorlukların karşılığındaki
armağanlar diye düşünüyorum.
Yolun açık olsun sevgili kızım..
Tunç Müstecaplıoğlu
21.05.2009