Noele az bir süre kala iki günlüğüne Münih'e gittim. Antalya havalimanında kışlık turistlerimizle, hacı adayları kafilesi ve onları uğurlayan elleri kameralı, heyecanlı akrabaları da vardı. Adaylar, açık gri, tek tip rahat giysileriyle sanki Mekkesporla maça giden bir spor kafilesi gibi zinde ve sevinçli bir telaş içindeydiler. Artık onları yeni bir yaşam bekliyordu. Döndüklerinde kendilerine, "hacı teyze", "hacı amca" diye seslenilecekti.
Ne güzel söylemiş Hz. Muhammed: "Beş kez namaz kılarak yaşadığımız günü,
bir ay oruç tutarak geride bıraktığımız yılı, bir kez de hacca giderek
ömrümüzü gözden geçiririz" diye..
Bundan birkaç yıl önce
Almanlar'ın Beyazıt Öztürk'ü Thomas Gottschalk, "Wetten Das" adlı çok
yüksek reytingli programına Yusuf İslam'ı da davet etmişti. Biraz hoş
beşten sonra kendisinden ısrarla, yıllardır söylemediği şarkılarından
birini istemişti. Yusuf İslam'ı bizler, dünyaca ünlü İngiliz müzisyen
Cat Stevens olarak tanımıştık. Salondaki binlerce kişi alkışlarıyla
Gottschalk'a destek vermişlerdi. Yusuf İslam, sakin bir ses tonuyla
şunları demişti: " Sizlere şarkı söylemeyeceğim. Çocuklarım bile plaklarımı bilmezler. Ama size bir ezan okuyacağım."
Salondaki
seyircilerde ve ekran karşısında bende bir hayal kırıklığı oluşmuştu.
Hiç öyle bir talep yokken onca İseviye ezan, biraz alakasız olacak gibi
duruyordu. Derken, o muhteşem, huzur dolu sesi ile öyle bir ezan okudu
ki herkes hayran kaldı. Dinleyenlerin tümünün o geceden sonra İslam'a
bakışının değiştiğine inanırım. ( 11 eylül felaketinden çok önceydi bu
program ) Değiştirme olanağım olsaydı eğer, minarelerin tüm cayırtılı
hoparlörlerini söker atar, onların yerine kaliteli bir ses tesisatı
monte eder, Müslümanları camiye Yusuf İslam'ın sesiyle davet ederdim.
Ezanı, klasik namaz vakti haberciliği dışında, bir Müslümanlık
propagandası olarak da algılıyorum.
Hiç şan eğitimi almamış bir imama oranla güçlü bir ses, nasıl da zevkle dinlenirdi.
Dini
bir yazı yazmaya ne niyetim var ne de buna bilgim müsait. Kaygılanmayın
lütfen. Konuyu yeniden hacı adaylarına getireceğim. Havalimanı
işletmecileri giriş katına bir mescit yapmışlar. Ancak alt kattaki
vedalaşma trafiğinde kimsenin mescidin yerini soracak hali yok. Pasaport
kontrolünden geçince de bu kez mescit yok.
Ne mi oluyor? Hacı
adayları, pizzacının kasiyerine kıblenin yönünü soruyor, erkekler
tuvaletinin bir metre yüksekliğindeki lavabolarında ayaklarını yıkamaya
çalışıyorlar. Dizlerine kadar sıvanmış paçaları, taşlara yayılmış farklı
boyutlardaki torbaları, ıslanmış çoraplarıyla Mekke yolcuları, aynı
lavaboda ellerini yıkamak için sıra bekleyen turistlerle birlikte tuhaf
bir manzara oluşturuyorlar.
Havalimanı organizatörleri çok ince bir düşünce ile turistleri, orkestranın çaldığı "aman çam ağacı, yaprakların ne de yeşilmiş" gibi Almanca noel şarkılarıyla uğurluyorlar. Ama bu abdest işine bir çözüm üretememişler.
Neyse, sonra geldik Münih'e. Geçtik "Non EU Countries"
(AB'ye üye olmayan ülkeler ) gişesinde Alman pasaport polisinin
karşısına. Polis, yanımdaki kuyruktaki başı bağlı, orta yaşlı teyzeye
bir şeyler soruyor. Teyzede Almanca hayli kısıtlı. "Kaç senedir Almanya'da yaşıyorsunuz?" diye tekrarlıyor sorusunu polis. Otuz senedir cevabını alınca, polis bakışı ve konuşmasıyla küstahlaşıyor. "Otuz senede hiç mi Almanca öğrenmediniz?"
"Senin gibi ayıların bu aşağılayıcı tavırları yüzünden dilini öğrenmeyi protesto ediyor" diye atlayacağım konuya, ama aynı uçakla Antalya'ya geri gönderilme ihtimalim çok yüksek olduğundan izleye kalıyorum.
On
bir yaşındayken (İ.S. 1967), Almanca öğrenmek üzere Almanya'ya
yollanmıştım ailem tarafından. Geldikten iki ay kadar sonra, Almancayı
andıran sesler çıkarmaya başlamıştım. Artık konuşmak için fırsat
kolluyordum. Bir gün, evimizin önünde gezinirken, küçük şirin bir köpek
yanıma gelmiş, beni koklamış, ben de onu sevmiştim. Kısa bir süre sonra
da sahibi elinde tasması ile yanımıza geldiğinde, ona Almanca bildiğimi
göstermek ister gibi, " Ihr Hund hat mich geriecht" ( köpeğiniz beni kokladı ) demiştim. Adam yüzüme bile bakmadan,
" nein er hat dich gerochen" diyerek gramer hatamı yüzüme vurup köpeği
ile beraber yoluna devam etmişti. Adama hayli içerlemiş, ancak o günden
sonra "koklamak" fiilini doğru çeker olmuştum.
Kim bilir 30 senede, pasaport kuyruğundaki teyze nelerle örselendi de, iyice yabancılaştı içinde yaşadığı Alman toplumuna. "Asimile olup kültürümüzü, değerlerimizi yitireceğiz"
paranoyasıyla on binlerce Türk, yaşamlarını kendi kendilerine zindan
ederek, tükettiler ömürlerini gurbet ellerde. Oysa, sıkı sıkıya
bağlandıkları değerlerin, geldikleri köylerde bile değişime uğradığından
haberleri olmadan, ya da öğrenmek istemeden göçüverdiler bu dünyadan.
"İki buçuk milyondan fazla Türk yaşıyor sadece Almanya'da ve bizim doğru dürüst bir lobimiz yok" denir sıkça. Yine, uzun yıllardır Almanya'da yaşayan bir Türk şoförüne bunun nedenini sorduğumda şöyle cevapladı: "Otur oturduğun yerde. Etliye sütlüye bulaşma. Yoksa ilk hatanda gönderiveririm memleketine. Bir tane akrabanı sokmam ziyaretine"
yi, tam böyle demeseler de öyle net hissettiriyorlar ki, kılımızı
oynatamıyoruz. Bizler, birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan, ama
birbiriyle ilintisi olmayan iki buçuk milyon bağlantısız bireyleriz."
Vural
Öger ise parıldayan bir istisna. Sadece Almanya'da 2004 yılında 639
milyon Euro'luk iş hacmi var. Brüksel'de geçenlerde katıldığı bir
programda, Kıbrıs'ı er ya da geç tanımamızın zorunlu olduğunu anlattı.
Ben bu tanımama işini biraz şuna benzetiyorum..
Müslüman genç
damat adayı, sevdiği, kendisinden hayli farklı bir kültürde büyümüş bir
kızı istemek üzere katolik kayınpeder adayının evine gidiyor. Aslında ne
kızın tam gönlü var adama varmaya, ne de ev ahalisinin bu ilişkiyi
onaylayası. Kızın ablası da yeni evli. Ortodoks kocasıyla da hayli
mutlu. Ailenin diğer fertleri de genç damadı seviyorlar.
Bizim damat adayı, aile ile tanışma yemeğinde genç damadı görür görmez parlıyor: "Bu
evliliği onaylamıyorum. Onaylamanızı da kabul etmiyorum. Zaten kızınızı
da er ya da geç seve, seve bana vereceksiniz. Yok eğer vermezseniz, ben
size yapacağımı bilirim. Tepemi attırırsanız, aşağı mahalledeki Arap
kızını bile alırım, sırf size inat olsun diye."
Bıçkın damat
adayı, kayınpeder adayını aslında mahalleden iyi tanıyor. Ondan sıkça
borç alıyor. Değil ana borcu, faizini bile ödemekte zorlanıyor. Ya da
hiç ödeyesi yok.. Olur da bir gün kızı kaparsa, kayınpederden ev kurma,
işyeri açma, kızıyla tatile gitme avans talepleri olacağı da besbelli.
İstediği
zaman onun evine girip çıkacak, doğacak çocuklarına baktıracak, diğer
akrabalarını da dilediği zaman getirecek, kaynanasının evinde parti
verecek. Tam demese de, bıçkının gözlerinden bunlar okunuyor.
Zorla
becerse bunların hepsini, kayınpederi çoktan dövüp kızı almıştı zaten.
Ancak damat adayı tüy siklet, kayınpeder adayı ise ağır siklet eski boks
şampiyonu. Biraz abarttım, ama senaryonun bende bıraktığı posa böyle..
Neyse,
bu konu bitmez. İyisi mi şimdilik ara vereyim. Son olarak, yaşadığım
çarpıcı bir detayı anlatmak istiyorum. Biz hacı adaylarımıza, turizmin
başkenti Antalya'da, ileri bir teknolojinin uygulaması olan
havalimanımızda, onlar için çok önemli olan bir dini gezi öncesinde,
doğru dürüst abdest aldıramazken, Münih havalimanındaki pisuarlarda kara
sinek resmi vardı. Hani, "erkekler avcı ruhludur, hacet görürken bile, ille bir noktaya nişan alırlar" edebiyatı vardır ya. İşte Almanlar bu savı ciddiye alıp, pisuvarlara sinek resmi yapmışlar. "Hizmette sınır yoktur"a çarpıcı bir örnekti benim için bu sinek..
Arkadaşlar, işin özeti şu bence; "bu
adamlar, olur da bir gün bizi sofralarının bir köşesine alsalar da,
ayaklarımızı lavabolarında yıkatmazlar, haberiniz olsun.."
Tunç Müstecaplıoğlu
27.12.2004