Görmeyi çok istediğim, çok merak ettiğim yerlerden biriydi bu kamplar. Münih yakınlarındaki Dachau Toplama Kampı’nı (Konzentrationslager/KZ) 30 yıl kadar önce gezdikten sonra üzerimde yarattığı şok etkisini bir süre atlatamamıştım. Ki orası Auschwitz’in (Auşvits diye okunuyor) yanında bir tatil köyü kıvamında kalır.
Kurulan ilk Toplama Kampı olan Dachau, ünlü SS (Schutzstaffel/Koruma
Takımı anlamına geliyor) subaylarından olan Heinrich Himmler tarafından
1933’de Münih’de açıldı.
Dachau için 188.000 kişi tutuklandı, bunların 41.500’ü öldü (% 22)
Dachau, Amerikan askerlerince 29 Nisan 1945’de ele geçirilip, faaliyetleri durduruldu.
Polonya’ya iş seyahatimi bu kez Krakow ve onun çok yakınlarındaki insanlığın bu utanç abideleri ile birleştirdim.
Yazacağım her cümle için kitaplar dolusu araştırma yapıldı.
İşte bunlar da benim notlarım, izlenim ve yorumlarım.
Yazılarım normalde bu yazdıklarımın yarısı kadardır.
Hepsini bir araya toplayayım diye biraz uzun oldu, şimdiden pardon..
Kuzguna yazdıkları güzel gelirmiş misali, hele bir başlayın okumaya, nasıl bittiğini anlamayacaksınız.
Bu kampları daha iyi algılayabilmek için, tarihi bir miktar geriye sarmak gerekiyor.
Temmuz 1914-Kasım 1918 tarihleri arasında 1. Dünya Savaşı oldu.
4 yıl 3.5 ay sürdü.
16 milyon asker ve sivil doğrudan bu savaş yılları sırasında öldü.
Aralarında;
Fransa, Rusya, Britanya, ABD, Japonya ve bir çok ülkenin yer aldığı
müttefik devletler, Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan, Osmanlı,
Bulgaristan’dan oluşan karşı tarafı yenilgiye uğrattılar.
Bu savaştan bir süre önce, Avusturya sınırlarında Adolf Hitler (1889-1945) adlı bir adam doğdu.
Bu iblis 1889-1925 tarihleri arasında Avusturyalı idi.
1925-1932 arasında vatansız olarak yaşadı.
1932-1945 yıllarında ise 13 yıl Alman olarak yaşayan ve ölen bu adam, yaşadığı 56 yılda dünyaya dehşetengiz kötülükler yaptı.
Oysa Hitler’den 8 yıl önce doğan Mustafa Kemal (1881-1938)
57 yıla ne mucizeler sığdırmış, bir ülkenin kaderini nasıl da olumlu olarak değiştirivermiş.
Konumuza
dönecek olursak, Almanya’da, onların savaşı da kaybetmesinin etkisi ile
yaşanan derin ekonomik sorunlar, 1932’de Hitler’i ve onun Nasyonal
Sosyalist Partisi’ni 230 milletvekili ile iktidara getirdi.
Parlamentonun muhalifleri ise;
133 sandalye ile Sosyal Demokratlar ve 89 sandalye ile Komünistler.
Hitler
bir yıl sonra 1933’de Reichstag (parlamento) yangınını organize edip,
faturayı da komünistlere keserek onları hapse tıkıyor.
Ve gözlerini yavaş yavaş azınlıklara dikmeye başlıyor..
Yahudiler başta olmak üzere, toplum için yararsız, hatta zararlı bulduğu insanlar için canice bir proje üretiyor.
Onları farklı ülkelerdeki çalışma (!) kamplarında toplamaya karar veriyor.
Bu amaçla da yıllar içinde;
10’u
Almanya’da, 10’u Polonya’da, birer tane de Çekoslavakya, Hırvatistan,
Letonya ve Avusturya’da olmak üzere 24 toplama kampı kurduruyor.
O tarihlerde Avrupa’da 9 milyon Yahudi’nin yaşadığı tahmin ediliyor.
İşte bunların 6 milyonu bu toplama kamplarında öldürülüyor.
Bunların 3 milyon kadarı o tarihlerde Polonya’da yaşayan Polonyalı Yahudiler.
Yaklaşık 800 yıldır Polonya’da yaşayan Yahudiler, 30 milyonluk toplam Polonya nüfusunun % 10’unu oluşturuyorlar o yıllarda.
Toplama kampı konusuna dönelim yine..
24 kamp içinde en organize katliam yapılan işte bu iki kamp olmuş;
Auschwitz ve Birkenau.
Her ikisi de o yıllarda tıpkı bugün olduğu gibi, kendi halinde birer Polonya kasabası.
Tarihi
boyunca işgallerle boğuşan Polonya, önce 01.09.1939’da batı komşusu
Almanya, o tarihten 16 gün sonra da Doğu komşusu SSCB tarafından işgal
ediliyor.
1941 Sonbaharı’na gelindiğinde ise Almanlar, neredeyse tüm Avrupa’yı işgal ediyorlar.
Auschwitz,
Avrupa’nın merkezi sayılabilecek bir konumda olduğundan, Naziler en çok
bu kampa önem vererek orada çok önemli bir üs kuruyorlar.
Aslında Auschwitz, Birkenau adlı yerler yok.
Naziler,
Oscwinchim (Oşvinçim diye okunuyor) ve Brzezinka (Bjejinka diye
okunuyor) kasabalarının adlarını, oraları işgal ettikten hemen sonra
değiştiriyorlar.
Bu kamplara Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden, başta
Yahudiler olmak üzere, Nazi rejimine muhalefet edenler, Çingeneler,
Yehova Şahitleri, Alman erkek gayler dahil bir çok farklı insan grupları
getiriliyor.
Hala yaşama umudu olan insanlar, evlerini terk etmeye
zorlandıktan sonra yanlarında en değerli varlıklarını, yani eşlerini,
çocuklarını, mücevherlerini, paralarını, senetlerini de getiriyorlar.
Daha ilk girişte mallarının hepsi ellerinden alınarak Almanya’daki merkezlere gönderilmek üzere kenara ayrılıyor.
Kadınların
saçları kesiliyor ve bu saçlar daha sonra yatak, yastık yapımında
kullanılmak üzere kilosu 50 Pfennig’ten (1/2 Mark) Almanya’da satılıyor.
Kampın içine kadar tren raylarını döşemişler.
Küçücük
vagonlara 70-90 kişi yerleştirilerek bazen, aşağı yukarı 2.000
kilometre uzaklıktaki Yunanistan’dan bile insanlar balık gibi
istiflenerek getirilmişler.
Bir çoğu bu yolculuğa dayanamadan, yolculuk sırasında son nefeslerini vermişler zaten.
Trenle
gelenlerin yaklaşık olarak yüzde yetmişi doğrudan gaz odalarına
yollanmışlar ve rehberimize göre bu insanların çoğunun kayıtları hiç
tutulmamış.
Tren durduğu anda SS subayları, ağır işlerde çalışabilecek güçlü insanları kenara ayırmışlar.
Bir parmak işareti ile, insanların hemen mi yoksa bir süre sonra mı ölceklerine oracıkta karar veriyorlarmış.
Havlayan
kurt köpekleri, sadece Almanca bağırarak talimat veren Nazi subayları
ile yapılan karşılama sahnelerini filmlerden hatırlarız.
Hasta, sakat, hamile, çok yorgun gözükenler, artık bir işe yaramayacakları nedeniyle doğrudan gaz odalarına gönderilmişler.
İlginçtir, neredeyse tüm SS kadrosu buraya geldiyse de Hitler Auschwitz’e hiç gelmemiş.
Bu seçimde sıkça, Beyaz Melek lakabı ile anılan Dr. Josef Mengele de hazır bulunmuş.
Ölen esirlerden bir çoğu da, onun gaddarca tıbbı deneyleri sırasında, anestezisiz ameliyatlarda hayatlarını kaybetmişler.
Mengele, ne yazık ki savaş bitiminde hakettiği cezayı çekmeden kaçan bir çok Nazi’den biri.
Arjantin’de yaşayıp öldüğü varsayılıyor.
Naziler,
yok etme kampları (Vernichtungslager) olarak da niteledikleri bu
kamplarda, toplu katliam konusunda da zaman içinde ilerleme
kaydetmişler.
Asarak öldürme, kalbe iğne enjekte etme, kurşuna dizme,
esirlerin uyduruk pijama benzeri kıyafetleri ile eksi kırk dereceye
varan soğuklarda donarak ölmeleri gibi yöntemleri deneseler de, 1942’de
üniforma dezenfektesinde kullandıkları Zyklon B adlı maddenin esirler
üzerindeki olumsuz etkisini tesadüfen keşfedince, bu sistemi
geliştirmeye karar vermişler.
Yıllar içerisinde 6 gaz odası üretmişler.
Uzun yolculuktan bitap düşerek gelen insanlar, “kampa girmeden önce duş almanız gerekiyor” diye bu ölüm odalarına sokulmuşlar.
Askılara
giysilerini asarak içeri çırılçıplak olarak giren insanlar,
paniklemesinler diye tavanda gördükleri kandırma amaçlı olarak asılan
sahte duş başlıklarını görünce bir miktar rahatlamış olabilirler.
Daha sonra, arkalarından demir kapılar kapanmış ve 20 dakika boyunca içeriye tavandan Zyklon B gazı verilmiş.
Çatıdan
gazı verenler Alman, ancak 20 dakika sonra içerideki cesetleri
toplayanlar ise ağızlarını sıkı tutmaları tavsiye edilen esirler.
Sonraki işlem ise, cesetleri günde 340 ceset yakma kapasiteleri olan 2 ayrı fırına götürmek.
Tüm
bu işlemler yapılırken, gaz odalarının biraz ilerisinde şık bir evi
olan ve içinde ailesi ile birlikte yaşayan Alman kamp komutanı Rudol
Höss (1900-1947) de keyifle günlük hayatını yaşıyor.
Araya güzel bir haber sokayım hemen.
Höss, Nürnberg mahkemelerinde yargılandıktan sonra işlediği suçlar nedeni ile Auschwitz’e getirilip kampın meydanında asılmış..
Sanatsever Naziler, kampta bazen subayları, bazen de esirleri eğlendirsin diye bir orkestra da kurmuşlar.
Bir
süre sonra Avrupa’nın her yerinden kampa getirilen esirlere 28
barakadan oluşan 200 dönümlük bir arazide kurulu, 28.000 esir kapasiteli
Auschwitz yetmez hale gelmiş ve üç kilometre öteye bu kez 1700 dönüm,
100.000 kişi kapasiteli Birkenau kampı (Auschwitz 2 de deniyor adına)
inşa edilmiş.
Daha sonra da 10.000 kişi kapasiteli Monowitz
(Auschwitz 3) yapılmış.
Bu, diğerlerinin yanında bir tür butik toplama kampı gibi kalmış..
1943 ortasına kadar yeni doğan bebekler iğne ile öldürülmüşler.
Daha sonra, annesi Yahudi olmayan bebeklerin yaşamalarına izin vermişler.
Kampta doğan 700 bebeğin sadece 60’ı sağ kalmış.
Kaçma girişiminde bulunanlar, isyanı deneyenler, kampın meydanında asılıp sergilenerek diğerlerine gözdağı verilmiş.
Elbiseleri daha sonra yine kullanılsın diye de çıplak olarak idam edilmişler, kurşuna dizilmişler.
Almanlar o ortamda bile tasarruflu, tutumlu (!) davranmışlar.
Giysi demişken bir kaç ara bilgi vermek isterim.
Naziler’in
üniformalarını Hugo Boss tasarlamış, fırınların, gaz odalarının her
türlü teknik bakımında Krupp firması destek olmuş, Allianz da kampları,
barakaları sigortalamış, Bayer ilaç firması ise, tutuklular üzerinde
denenmesi için yeni ilaçlar geliştirmiş.
Naziler’le işbirliği yapan diğer ünlü firmalardan bazıları da şunlar;
Volkswagen
(Avusturya doğumlu Ferdinand Porsche bu arabayı Hitler’in direktifleri
doğrultusunda tasarlıyor, isim babası da Hitler).
Kodak, Siemens, Coca Cola, özellikle de Fanta, Barclays Bank, Ford, Opel, BASF, Nestle, Deutsche Bank, AEG, BMW, Hilti..
Rehberimizin
anlatımına göre kampları ziyaret eden Almanlar, bu katliamları
yapanlardan Alman diye bahsedilmesinden bir hayli rahatsız oluyorlarmış.
Aralarında, “Onlar Alman değil Nazi’ydiler” diye tepki gösterenleri çıkıyormuş.
Genç kuşak Almanlar’ın bu trajik katliam ile ilintilendirilmek istememelerini anlayışla karşılıyorum.
Ancak adına Nazi denen bir ırk sadece 6 yıllığına yeryüzüne gelip, daha sonra da yok olmadılar..
Polonyalı rehberimizin iki amcası, kamp dışında çalışan bir çok esirin gizlice kaçmalarına destek olmuşlar.
Daha
sonra yakalanan esirlerden biri onları Naziler’e gösterince, onlar ve
bu tür yardım girişiminde bulunanlar kampın içinde bir duvarın önünde
kurşuna dizilmişler.
Adolf Hitler’in son 48 saatini anlatan Düşüş adlı filmi bir hatırlayın.
Son ana kadar savaşı kaybettiğini kabul etmeden sığınakta stratejiler geliştirmeye çalışıyordu.
Kamp çalışanları da, son anlara kadar, kampı büyütmeye çalışmışlar.
Bu eziyetler 26 Ocak 1945 tarihine kadar sürdü.
Kampın basılacağını haber alan Naziler, 17 ve 23 Ocak 1945 tarihlerinde 60.000 kişiyi zorla kamp dışında yürümeye zorladılar.
Bu, bir tür ölüm yürüyüşüydü.
7.500 kişi yürüyemedi.
Bunların 300’ü vurularak öldürüldü.
Sovyet ordusu kampa ulaştığında yedi bin kadar hasta, bitap, masum esir buldular.
Ama yapayalnız.
Tüm Naziler kaçmıştı bile.
Bu esirlerin bazıları bir kaç gün içinde yorgunluk ve hastalıklardan öldüler.
Auschwitz kamplarının insan kaybı bilançosu şu şekilde tahmin ediliyor:
1.300.000 kişi bu kamplara getirilmiş.
Bunların 1.100.000’i çeşitli nedenlerle ölmüş, öldürülmüş.
Bu rakamın 200.000 kadarı çocuk, 130.000’i de kadın.
Ölenlerin 900.000’i, gelir gelmez gaz odalarında, kampta hiç bekletilmeden öldürülmüşler.
Kalan 200.000 kişi de ortalama olarak altı ay yaşayabilmiş.
Ölmeden Auschwitz’den ayrılan esirler, farklı kamplara sevk edilmişler, az bir kısmı ise kaçarak kurtulmuş.
Kızıl Ordu kampa el koyduğunda geriye;
45.000 çift ayakkabı,
7 ton insan saçı,
1 milyondan fazla giysi,
Takma ve altın dişler,
Protez kol ve bacaklar kalmış.
07.05.1945’de önce Almanya teslim oldu.
Sonra
Amerika, Hiroşima ve Nagazaki’ye iki atom bombası attı, bu saldırılarda
210.000 insan öldü ve Japonya da 14.08.1945’de teslim oldu.
İkinci Dünya Savaşı sırasında yaklaşık olarak;
27
milyonu Sovyet, 10 milyonu Çinli, 6 milyonu Yahudi, 3 milyonu
Polonyalı, 2.5 milyonu Japon, 1.5 milyonu Yugoslav olmak üzere, 60-65
milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor.
Yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda toplam 80 milyondan fazla can kaybı yaşanmış..
Tabi ki Polonya’nın çilesi Kızıl Ordu kampı boşaltınca bitmiyor.
O dönemin süper güçleri SSCB, Britanya ve ABD daha savaş bitmeden paylaşımı yapmışlardı bile.
Bu ülkelerin başkanları Stalin, Churchill ve Roosevelt,
2.
Dünya savaşı (01.09.1939-02.09.1945) bittikten kısa bir süre sonra
Sovyet sınırları içindeki Yalta’da toplandılar. (Kasım 1945)
Alınan karara göre Polonya ve Doğu Avrupa ülkeleri, artık onu kurtaran Sibirya ayıları SSCB’ye ait olacaktı.
Polonya’yı, 1990 yılına kadar sürecek olan bir başka uzun ve karanlık bir dönem bekliyordu..
İktidara
geçtiği 1920 yılından, öldüğü tarih olan 1953’e kadar Sovyetler’i
benzeri az görülen bir baskı ile yöneten ve onun iktidar döneminde
85-100 milyon insanın ölümünden sorumlu tutulan Gürcü kökenli Josef
Stalin (1878-1953), artık Polonya’nın da diktatörüydü.
Stalin döneminde 250 binden fazla Polonyalı tutuklandı, bunlardan 50 binden fazlası çeşitli karanlık güçlerce katledildi.
Belarus’daki Kathyn Orman katliamı da onlardan sadece biri!.
Polonyalı rehberimiz öfkeli bir şekilde şunları da söyledi;
“Bu katliamlardan bir çok ülke sanki elleri temizmiş gibi çıkıverdiler işin içinden.
Hele ki Avusturyalılar, Ukraynalılar ve bazı Baltık ülkeleri..
Avusturyalılar, pazarlama konusunda dünya çapında başarılılar.
Salzburg, Mozart’ın doğduğu zaman Almanya sınırlarında olmasına rağmen Amadeus’u Avusturyalı olarak sahipleniverdiler.
Avusturya’da
doğan ve savaş sırasında Avusturya’ya girdiğinde ‘oo, bizim çocuk evine
mi gelmiş’ diye Hitler’i bağrına basmalarına rağmen, Adolf’ü Alman
olarak ilan ediverdiler.
Müttefik devletleri yıllar öncesinden bu kamplarda yapılan katliamlardan haberdardılar.
Havadan fotoğraflarla belirlediler, kamptan kaçan esirler farklı kanallardan içeride işlenen cinayetleri defalarca anlattılar.
Esirlerin yegane taşınma yolu olan tren raylarını bile bombalayıp can kaybını çok daha aza indirebilirdiler.
Resmen göz yumdular..”
Unesco, 1979’da Auschwitz-Birkenau Müzesi’ni Dünya Kültür Mirası Listesi’ne ekledi.
Sadece bu iki kampı geçen sene 2.152.000 kişi ziyaret etmiş.
Ziyaretçilerin çoğunluğu;
Polonyalı, İngiliz, Amerikalı, İspanyol, İtalyan ve kendi yakın karanlık tarihlerini merak eden Almanlar..
Hatırlarsanız bu konu ile ilgili bir çok film izledik.
Sophie’nin Seçimi/1982,
Şindler’in Listesi/1993,
Hayat Güzeldir/1997,
Piyanist/2002,
Okuyucu/2008
bunlardan bazıları.
Bu filmlerin hiçbirisi, bu kampı çıplak gözle gördüğüm kadar etkilemedi beni.
Onlarca,
dünya çapında bilim adamı, doktor, sanatçı, sporcu, hayırsever
yetiştiren Alman toplumundan, nasıl olmuş da böyle bir cani ordusu da
çıkmış konusundan da apayrı bir yazı teması çıkar.
Keşke bunlar 75 yıl öncesinde kalsaydı.
Yugoslavya’da
yaşanan katliamlar, Halepçe’de insanların kimyasal maddelerle
öldürülmeleri, Cezayir, Vietnam, Kore, İran-Irak, Afganistan Savaşları,
Ruanda’da, Kamboçya’da yaşanan soykırımlar, İkiz Kuleler’e yapılan
saldırılar ve daha bir çok ülkede kıyılan canlar.
Ve bunların bir çoğunun arkasında, günümüzün demokrasi önderi ülkeler vardı..
Din, para, güç derken insanlar birbirlerini öldürmeye doyamadı bir türlü.
Hitler’in hayali tüm Yahudiler’i yok etmekti.
Kendisi
için, tüm dünyayı fethettikten sonra, dünyanın adını Deutschland olarak
değiştirip, Berlin’i de dünyanın başkenti yapmayı düşlüyordu derler.
Oysa
Hitler bu katliamları yaparken, Yahudi kökenli küresel para baronu
Rothshild Ailesi (Kızıl Kalkanlar 18. yüzyıldan bu yana aktifler)
gizlice dünyayı yönetiyor, savaşın tüm taraflarına kredi verip, her
türlü silah ve mal satarak, hiç vergi vermediği milyar dolarlarını
artırıyordu..
Tıpkı bugün de yaptıkları gibi.
Hepimizin içinde;
iyi, kötü, kibar, kaba, katil, sapık, yardımsever, egoist hücreler var.
Hangisini beslersek işte biz o insan oluyoruz.
Toplumlar da, bireylerin toplamlarının birer aynası değil mi zaten?
Dachau Toplama Kampı’nda, açlıktan bir deri bir kemik kalmış bir Yahudi’yi simgeleyen heykelde şöyle yazıyordu:
“Bize burada neler yapıldığını asla unutmayın”
Nasıl da doğru değil mi?
Çünkü, unutulan katliamlar elbet bir gün tekrarlanır..
Tunç Müstecaplıoğlu
01.08.2019