Bu yazıyı yazmadan önce yanıma gelen karım, “ yine ne yazıyorsun?...” diye sordu. Ben, “ Alanya’nın güzelliklerini...” deyince çok şaşırdı ve, “ sıcak başına vurdu herhalde, ne güzelliği kaldı bu şehrin ?..Kendimi Beyazıt Meydanı’nda yaşıyor gibi hissediyorum!..” dedi.
Sonra yazı notlarımı kendisi de okuyunca çok şaşırdı ve, haklıymışsın,
peki ama niye bunları daha sık yaşamıyoruz?..” diye iç geçirdi.
Size şimdi, bu belki hepinizin bildiği ama, yaşamayı unuttuğu minik rehberi hatırlatmaya çalışayım.
Cafe
Garden ya da Plaza’dan aydınlatılmış Kale manzarasını seyretmeyeli ne
kadar oldu dersiniz? Aynı görüntüyü bir de yakın plandan seyretmek
isterseniz, o zaman İskele Çay Bahçesi’ne gidin. Bir light bira
ısmarlayın kendinize ve ışıl ışıl Tersane’ye bakarak, yudumlayın hafif
biranızı. Hele bir de sandal, ya da deniz bisikleti uydurabilirseniz,
çekin kürekleri Tersane’nin yakınına kadar; kaçışan yengeçleri, deniz
kestanelerini seyredin.
Kale’nin bu dejenere edilmemiş sol
tarafını, kim kurtardı acaba “yamyam yapsatçılar’ın elinden? Ve kim,
hangi çıkar uğruna mahvetti, yamacın o sağ bölümünü; Hesabını torunları
bile zor verecek gelecekte..
Kale Yolu’nda, Amerikalı emekli
büyükelçinin, yine bir Amerikan üniversitesine vakfettiği o enfes köşkün
önündeki Elif’le Reha’nın Bahçesi’nden Alanya’ya baktınız mı hiç?
Yüzlerce yıllık harabelerin arasından, iskele ve masmavi deniz ne de
güzel görünüyor.
Haşim Hoca, ya da Bayan Astrid’in objektifinden,
Alanya nasıl da farklı değil mi? O kartpostallar insana güzel bir yerde
yaşadığını hissettiriyor. Piranalar’ın tatil gününe denk gelmemek
şartıyla, tenha bir günde, Ulaş’ın merdivenlerinden inmeyeli ne kadar
oldu acaba? O botanik bahçeden aşağıya doğru süzülürken, kertenkelelerle
karşılaşacaksınız. Sanki ufaltılmış Jurassic Park. Kayalara ürkütücü
bir akustikle çarpan lacivert sular, eminim sizi de, bir yabancıyı
etkilediği gibi etkileyecektir.
Alanya’dan biraz daha
açılabilirseniz, o zaman, İncekum Koyu’nu bir daha keşfedin. Oradaki tuz
kıvamındaki koyu; Kleopatra suyu yadırgamasın diye, Antonius gemilerle
mi getirdi acaba Mısır’dan, kimbilir? Koydaki o minik adacıklar,
kayalara mükemmel yerleştirilmiş Alara Oteli, İncekum Motel ve ormanın
içindeki, gerçekten romantik Orman Kampı.
Kumun üzerinde, ne
hikmetse, sanki uzaylılar pisletmiş gibi yıllardır inatla duran inşaat
yığınını ve sosyal sigorta evlerini andıran Top Oteli görmemeye çalışın
lütfen. Rahmetli Dalokay, herhalde yaşamının en kötü iki eserini
Alanya’ya yapmış. Diğeri bildiğiniz gibi avlusuna bol miktarda plastik
çiçek sarkan Alanya Belediye Sarayı...
( Bu saray lafı, Çırağan ve Dolmabahçe’yi düşününce amma da üfürük kalıyor )
Ya
sonbaharda Dimçayı Yolu’nda, portakal kokuları içinde; keçilerin
arasında dağ bisikletiyle tırmanmaya ne dersiniz? Belki de yolda,
Abdurrahman Açıkalın ve onun renkli giysili Triatlon militanlarının
bisiklet antrenmanlarına rastlayabilirsiniz.
Şehirden çok mu
uzaklaştık? O zaman buyurun, Müze’nin mini hayvanlar bahçesine. Tarihi
eserler arasında mini kaplumbağalar ve paçalı tavuklar size hoş vakit
geçirtecektir.
Sonra Bamyacı’da sade bir dondurma yiyin. Hele şimdiki
gibi ekim ayındaysanız, Damlataş’a gidip; kırmızıdan mora kadar, bol
renk tonlu günbatımını seyredin. Geceyi de, şehir merkezinde; kaliteli
canlı müzik yapan teraslardan birinde noktalayın.
Yoksa siz de mi
çek, senet, kredi kira derken; Alanya’nın tadını çıkarmayı unuttunuz?
Ara verin güncel koşuşturmalarınıza. Hiç olmazsa bir gün, bir turist
kadar da olsa keyfini sürün, hala güzel Alanya’nın..
Tunç Müstecaplıoğlu
17/10/1993