Kültürü, sanat tarihi, mimarisi, insan ilişkileri ve daha bir çok yönüyle kendimiz çok yakın hissettiğim Rusya’nın; yalnızca gazetelerden okuduğum ve aslında zaman zaman teğet geçecek kadar yakınlaşmak zorunda kaldığım karanlık dünyasıyla, 10 Eylül sabahında, emrivaki olarak tanıştım.
İki gün Moskova, iki gün St.Petersburg’dan oluşan kısa iş gezimin son
gecesi; on bir dereceden,yine otuz beş dereceye dönecek olmanın sevinci
ve kısa kollu gömleğimle; sabah saat 04:25’de odamı son kez kontrol
ettikten sonra, kapımı açtım. Sol gözümün üstüne inen sert bir yumruk ve
ardından nefes almamı engellemek, ya da sona erdirmek için elinde havlu
ile ikinci bir adam, belki birkaç kişi daha; yolculuğumun henüz
bitmediğini, beni içeriye düşürerek çok can acıtan bir üslupla
anlattılar.
Gurbet ellerde postu teslim etmeye hiç niyetli
değildim. Ancak değil karşı koymak, ya da kaçıp beladan uzaklaşmak;
yediğim sert tekme ve yumruklardan, dizlerimin üzerine bile
doğrulamıyordum.
Boğazımı sıkan eli biraz gevşetince, “Paramı
alabilirsiniz” gibi, Rusça bir şeyler inliyordum. Ancak adamların ya
maddi kaygıları yoktu, ya da Rusça’ları biraz yetersizdi(!)
Aşağıda,
beni Pulkova Havalimanı’na götürmek üzere bekleyen şoförün, gecikmeli de
olsa merak etmesi sonucu; resepsiyondan edilen telefonlara da cevap
gelmeyince, bir kat hizmetçisine kapım tıklatılıyor.
İçeriden
gelen garip sesler onu endişelendiriyor ve koşarak durumu güvenliğe
bildiriyor. Odamda bulunan “ sabah şerifleri dayaklı olsun “ heyetinin
keyfi iki paralık oluyor haliyle.
Polis kayıtlarına göre 04:45’de
kapım açılıyor ve ben banyoda, ellerim arkadan bağlı bir biçimde, yerde
baygın olarak bulunuyorum. Sedyeyi dokuzuncu kata çıkarmak yerine, beni
sedyeye kadar sürüklemeye kara veriyorlar. Ambulans 2. Dünya
Savaşı’ndan kalma bir tuhaf araç. On gün zorunlu olarak ikamet edeceğim
Kastüşka Hastanesi’ne, çukur-tümsek eğitimli bir yoldan, bir saat kadar
sonra ulaşıyoruz. Taş, ya da çocuk düşürmek için ideal bir parkur.
Örneğin, bizim beyenmediğimiz çevre yolu, bu yolun yanında otoyol kalır.
30
milyon kişinin öldüğü 2. Dünya Savaşı sırasında, o zaman ki adıyla
Leningrad; tam 900 gün, 900 gece Alman kuşatması altında yaşamış. O
devrin güncel şakasına göre; Naziler şehri Rusların kahramanlığından
değil, yolların bozukluğundan ele geçirememişler.
Hastaneye, yeni
arızalarım oluşmadan monoblok olarak ulaştık. Sedyeyle hız sınırlarını
zorlayarak, ameliyat odasına alınıyorum. Gördüklerim öylesine ilginç ki,
ağız tadıyla bayılamıyorum. İngilizce bilen bir doktor; sol arka
kaburgalarımdan bazılarının kırık, onların baskı yaptığı akciğerimin
yırtık, beynimin sarsıntılı olduğunu anlatıyor.
Kapanmaya yüz tutmuş sol göz ve morartılar, estetik kaygısı duyulmayacak ufak şeylermiş.
Ben,vücudumun
çeşitli yerlerini delerek canımı hayli yakan işlemlerin, neler olduğunu
merak ediyorum. Doktor ameliyat edilmeyeceğimi, alçı yapılmayacağını
açıklıyor. Endeskopi, travma, sonda, drenaj gibi tıp sözcükleri ile
meraklanmamam telkinleniyor. Üç kuruşluk doktorluk bilgilerimle itiraz
edemiyorum haliyle.
Beni sarsa-zıplata işlerini bitiriyorlar ve
100 saatimi geçireceğim 30 metrekarelik, dört kişilik reanimasyon
servisine yuvarlıyorlar. Yapay solunum cihazına bağlı, üzerinden
hortumlar fışkıran canlı cenazelerin yanında, içine birkaç tüpçük
sallandırılmış ben, şişmiş gözüme rağmen, kanlı canlı delikanlı gibi
kalıyorum.
Umutsuz uyuma girişimim pek sonuç vermedi. Taburlar
halinde uçuşan sinekler, hortumlarını bile saplamaya gerek duymadan, kan
kardeş oluyorlar benimle.
Ertesi sabah uyandığımda yanımda yatan
genç adamın yeri boştu. Lada marka arabasıyla, yeni zengin bir Rus’un
Mercedes’ine vurma gafletinde bulunmuş!... Çarpılan aracın şoförü benim
komşumun kafasının demire karşı dayanıklılığını ölçmüş. Demir baskın
çıkmış. O artık hastanenin bodrum katında, soğukça bir odada, yakınları
tarafından alınmayı bekliyor.
Öğlene doğru, kapıma iki dost goril
yerleştirildi. Yanıma yaklaşan herkese illallah dedirttiler. Ben artık
kimin dost, kimin düşman olduğunu iyice karıştırdığımdan, tümden
tedirginim. İki kez sondama ayağı takılarak, beni yatağımdan sıçratan
sarsak hemşireye; 3. kez takılmasın diye, bütün sempatikliğimle
gülümsemeye çalışıyorum.
Gün boyunca Rus Turizm Bakanlığı
yetkililerinden, Alarko gibi Rusya’da iş yapan Türk kuruluşlarına kadar;
hiç tanımadığım birçok kişi ziyaretime geldi. Onları; şişmiş, morarmış
yüzümle, gün bitimine kadar selamladım.
Bir gün sonra ise eşim ve
şirket arkadaşlarım yanıma ulaştılar. Moraller getirdiler. Artık hızla
iyileşmemek yakışık almazdı. Onlar da hastaneden çok etkilendiler.
Çariçe
Katerina’nın ünlü kışlık sarayı Hermitages’ın saray olduğu yıllarda,
özel kedici kadrosu, 5 binin üzerinde de kedisi varmış. Fare avcılığı
için, Kastüşka’da benzeri bir sistem uygulanıyor. Ancak kediler çok
semirdiğinden, hamam böceklerini yakalayacak kadar çevik değiller.
Hastane yönetimi o işi kültür-fizik de olur diye, hastalara bırakmış.
Yeni odama taşındığımda yerde gezinen bir tanesini avladıktan sonra;
“acaba bu olay nedeniyle hastanenin kakalak mafyasıyla aramız
gerginleşebilir mi? diye, bir an duraladım!.. Bu örneği, mafyanın nasıl
çeşitlendiğini ifade edebilmek için verdim.
Mafya deyince aklınıza;
düzensiz, çapulcu kitlesi gelmesin. Asker, subay, komutan, baba gibi
rütbeleri; eğitim, lojistik, istihbarat gibi birimleri olan ve hatta
nükleer silahları bile kontrolü altında tuttuğu ileri sürülen bir
ordular silsilesi.
Kastüşka Hastanesine dönecek olursak..
Hastane
Ruslar’a ücretsiz. Hizmet bedelsiz olunca, konfor arz talebi de
oluşmuyor doğal olarak. İnsana, koridorun birinden Hipokrat
çıkıverecekmiş gibi gelen; Selimiye Kışlası görüntülü bu antik
hastanede; doktor ve hemşireler ayda ortalama 40-60 $ arasında para
kazanmalarına ve bunu kriz dönemlerinde aylarca alamamalarına rağmen,
her zaman bakımlı ve güler yüzlüler.
Son yatılı hastane maceramda
Özel Can Hastanesi’nde; babamın yanında pırıl pırıl refakatçi yatağımda
uydu yayınlarını izlediğimden, bu bir hayli alçak gönüllü şartlar
önceleri canımı sıktı. Ancak gelen sevgi dolu fakslar hep neşeli kalmamı
sağladı. Hele bazılarına gülerken, demonte durumundaki pirzolalarım,
akciğerimi sıkıştırıp durdu.
“Tunç, bence bu,Beach Volley Organizasyonu’ndan kaytarmak için sıkı bir numaraydı(!) Seni görmeden inanmam!”
“Kalamış’ta büyümüş adamsın. İki tane de sen oturtamadın mı heriflere?”
“Ben de burada iki Rus ayarladım. Döndüğünde birlikte döveriz.”
“Hadi beni dövseler neyse, hak etmişimdir. Ama senin gibi bir adama nasıl saldırabilirler?”
“Yaşına göre iş bulaydın kardeşim”...
Pek
futbol fanatiği olmamakla tanınırım. Acilde debelenirken,
Galatasaray’ın Erzurumspor’la oynadığı maçın skorunu merak etmeye
başlayınca ; “acaba buralara kadar gelmişken, bir de gizli fanatikliğimi
tedavimi ettirsem mi?” diye düşünmedim değil.
Hikayemizin
polisiye bölümüne dönecek olursak; 1200 odalı, içinde semt karakolundan
polislerin görev yaptığı bir bölümü olan, ayrıca, özel bir güvenlik
kuruluşunun eğitimli adamları tarafından bir kale gibi korunan; bu çok
az kriminal vukuatlı Pribaltiskaya Oteli’nde; benim lobiye ineceğim
saati dakikası dakikasına takip edilebilen ve kimsenin olmadığı o
saatte, kapımın önünde bekleme cesareti gösterebilen ekip, kimin nesiydi
acaba?
Pribaltiskaya Oteli’nde iki ay kadar önce
gerçekleştirilen son tatsız olayda, iki zağar İtalyan adam, İki Rus
kızını odalarına almışlar. Kızlar, İtalyanlar’ın içkilerine uyku haplı
ilaç karıştırmışlar. İtalyanlar rüyalarında kızları düşlerken, kızlar
tek bir fiske bile vurmadan onları mışıl mışıl uyutmuşlar ve 10 bin $
paralarını alarak, usulca kaçmışlar!.. Cebimdeki 2.300 $’ı çalabilmek
için, bana bu kadar eziyeti neden çektirdiler, hala anlamış değilim. Her
gece odamda komplo senaryoları kurarak, beyin yap-bozları
oluşturuyoruz. Yakınlaştığım yorumumu ise, şu ülkeden tek parça olarak
ayrıldıktan sonra, vatan topraklarında yapacağım. Kalınca bir dosyayla
da, uluslar arası bir mahkemeye başvuracağım.
Yaşadığım bu olay; Rusya ve orada yaşayan dostlarım hakkındaki olumlu görüşlerimi hiç değiştirmeyecek.
Çünkü; haydut, dünyanın her köşesinde hayduttur.
Yakalandıklarında
sekiz yıl hapse girme riskine rağmen; kimler, niye, nasıl cesaret
edebilmişlerdi acaba ve neredeydiler? Arkadaşlarımın kendilerine
yönlendirdiği negatif enerjiye rağmen, hala afiyetteler mi acaba?
Kimbilir!..
Otelini evi, orada kalan müşterisini de misafiri olarak
algılayan uluslararası otelcilik felsefesine rağmen, üzerinden onca
zaman geçmesine karşın, otelin müdürü hala niçin ziyaretime gelmedi?
Olayı
otel kendi içerisinde, emniyet müdürlüğü de özel bölümü FSB (eski KGB)
aracılığıyla araştırıyorlar. Ya da bana öyle diyorlar. Belki çok
kriminal film seyrettiğimizden, sürekli Sherlock Holmes gibi olaylar
arasında ilintiler kurmaya çalışıyoruz.Yoksa, gerçektende bu olay
gözdağı içeren bir çıkar kavgasının ilkel bir uzantısı mı?...
20
Eylül Pazar gecesi, Vücudumdaki hava kabarcıkları iner ve uçakta risksiz
yolculuk yapabileceğimin iznini alırsak İstanbul’a uçuyoruz. Türk hekim
akrabalarım, Rus meslektaşlarının işçiliğini merak ediyorlar.
Ben,
uçağın bagaj bölümünde valizlerle birlikte uçma tehlikesini atlatıp,
sağlıklı yolcularla beraber uçabileceğimin heyecanını yaşıyorum. Sonra
da ver elini Alanya.
Sadece; Tansu Çiller’in hala; “bu güzelim
memlekete döviz getirebilmek için dayak atan, dayak yiyen, her
vatandaşım şereflidir, kutsaldır!.. gibi bir konuşma yapmamış olması,
içimi biraz burkuyor..
Tunç Müstecaplıoğlu
21/09/1998