Mustafa filmini çekene kadar ocağımıza yeterince incir dikmiştin zaten.
Zerafet, hoşgörü, sevecenlik, şiir kıvamında yazıların ve belgesel filmlerin ile kadınlarımızı isyan kıvamına getirmiştin.
Demek erkekler böylesine duyarlı da olabiliyorlarmış diye, başımızın etini yiyip durdular yıllarca.
Taa ki sen, kutsal konumuz Atatürk’e girme cesaretini gösterene kadar.
Girdin konuya, gördün doğum doktorunun gözlerini.
Bir Atatürk filmi yetmiş senedir neden çekilemiyor sanıyordun ki sen?
Atıf Yılmaz (1925-2006), Metin Erksan (1929) akıl edemedi de sen mi akıl ettin yani üç karış boyunla?
Hatırlarsan Yul Brynner’e (1920-1985) başrol oyunculuğu teklif edilmişti 40 yıl kadar önce .
Adam
1962 yılında Yeşilköy’e iner inmez Ankara’ya alelacele uçup, Anıtkabire
çelenk koymuş, şeref defterine duygularını yazmıştı.
Cumhurbaşkanı
Cemal Gürsel (1895-1966) ile 35 dakika konu hakkında görüştükten sonra,
Istanbul’a getirilip Sultanahmet Camii’nde kendisine Kur-an’ı Kerim
dinletilmişti.
Ardından Dolmabahçe’de Ata’nın öldüğü odada dizlerinin
üzerine çökmüş, Savarona gemisinden kendisi onuruna yapılan havai fişek
gösterilerini izlemişti. Rusya doğumlu, keliyle de maruf sinema
oyuncusu, bu ihtişamlı durumdan biraz tırsıp ilk uçakla memleketine geri
dönmüştü.
Bu filmin, Siyam kralının hayatını anlatan Kral ve Ben, ya
da 1959 yılında Antakya’da çekilip 11 dalda Oskar ödülü kazanan Ben-Hur
filmine benzemeyeceğini iki günde anlayıvermişti başarılı sanatçı.
Daha o zamanlardan itirazlar yükselmişti.
“Tarihlere sığmayacak bir varlık, filmlere sığdırılamaz ki” demişlerdi..
Filim adamsın vallahi.
Geceyarısı Ekspresi’ni çekmişten beter ederler adamı işte böyle..
Atatürk’ü sevenler bir de onu düşünme derneği kurdular ya hani.
Her biri birer Atatürk uzmanıdır, bilirsin.
Senin filmine ellerinde kalem kağıtla gelip, notlar alarak bulmuşlar senin foyalarını teek tek.
Düşürdün bizi işte birbirimize.
Kim daha çok seviyor Ata’yı bulamıyoruz bir türlü.
Kökten dinciler de uzaktan gülerek seyrediyorlar bu komik durumumuzu.
Atatürkçüyü Kemalist’e kırdırma taktiği bu olsa gerek.
Seni Fethullahçı iblis seni.
Şimdi de Saidi Nursi’nin hayatını çekmeyi planlıyormuşsun.
Eh artık sana bu topraklarda pek yer kalmadı demektir.
Turan Dursun’a (1934-1990) neler yapıldığını unutma sakın.
Sen artık İber yarımadasına gidip İspanyol Franko’yu (1892-1975), Portekizli Salazar’ı (1889-1970) falan yazarsın artık.
Yakında CİA’nın da işbirlikçisi çıkarsan hiç şaşırmayacağım.
Değerli yazarımız, iletişim dehası Oray Yeğin ne de güzel çakmış senin hilelerini hemencecik.
Demek Ata çok sigara ve içki içermiş.
Sana mı kaldı bunlar düdük.
Çevirsene sen Recep İvedik, Haşmet Gubidik gibi filmler.
Gelir güleriz katıla katıla ne güzel..
Ya da Nutuk’u film formatına getir.
Yine batmazsan, İnkilap Tarihi kitabından bir uzun belgesel çek.
Bir
tek, Atatürk’ün Selanik’te müze olarak gezilen evinin, Zübeyde hanımın
Ata’nın babası Ali Rıza bey’in ölümünden sonra evlendiği ikinci eşine
ait olduğunu yazman eksik kalmış.
Yok Atatürk isyancılardan korkarmış falan filan.
Biz Türkler, üşümeyiz, korkmayız, kaçmayız ki kardeşim.
Bunları sana söyleyen olmadı mı hiç?
Utanmasan, Ata’nın Ruslardan lojistik destek aldığını, Bolşevik devriminin onun esin kaynaklarından biri olduğunu söyleyeceksin.
Daha bunlar iyi günlerin.
Üzüntüden sesini titretirler Atatürkseverler senin işte böyle canlı yayınlarda.
Sen al bu filmini şimdi kolunun altına, yollan bakalım biraz uzak diyarlara.
Filmini ben de gördüm.
Beğendim desem, beni de seninle beraber yollayacaklar gurbet ellere.
Korkuyorum, ama doğruyu itiraf etmem lazım.
Ben Atatürk’ü sayende bir kere daha sevdim, gözlerim sulandı.
Eğlenceli bir gecenin ardından gazeteci-yazar Falih Rıfkı Atay’la (1894-1971) Mustafa Kemal arasında şöyle bir sohbet geçmiş:
-hayatınızı yazmak istesek müsaade eder miydiniz?
-yaz yazmasına da, dün geceyi de anlatacak mısın peki?
-ne münasebet efendim, o sizin şahsi mahremiyetinizdir.
-ama dün geceyi anlatmazsan, anlattığın ben olmam ki..
Dün İstiklal Savaşı’nın son gazisi de öldü.
Onun adı da Mustafa idi.
Mustafa Şekip Bingöl (1903-2008).
1938
yılında içki ile karaciğerini fazla yorup, hastalığının geç teşhisi ile
gencecik bir yaşta ölen Mustafa daha şanslıydı bence.
İyi ki, borçsuz bıraktığı vatanının iç-dış toplam borcunun beş yüz on milyar dolara ulaştığını görmedi.
Biz, az üreten, çok tüketen, ama pek çok konuşan bir ırkın torunlarıyız.
Nazım Hikmet, “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” demiş, ama biz bunu neremizle dinlemişiz kuşkuluyum.
Hoşgörüsüz Atatürk sevenlere son sözüm şu olsun bari.
Başınıza Atatürk kadar gül yaprağı dökülsün..
Tunç Müstecaplıoğlu
12.11.2008