Asya gezisindeki ikinci durağımız Tayland'dı. Önce, "Dalgadan Duvar" anlamına gelen Tsunami'den nasibini almış Phuket adasına gittik.
Tüm otel odalarında, yangın talimatı gibi Tsunami alarmı verildiğinde
neler yapılacağı, nerede toplanılacağı dokuz ayrı dilde şemalarla
anlatılmış.
2004 noeline kadar, daha önce hiç yaşamadıkları bu yeni felaketle yine başlarına gelirse diye mücadele yolları arıyorlar.
O
tarihte, denizin aniden çekilmesi ile ortada kalan deniz canlılarını
incelemeye giden turistleri, çok daha büyük bir güçle geri gelen deniz
öldürmüş.
O nedenle de olsa gerek ilk uyarı maddesi şöyleydi:
"Tsunami
alarmı verildiğinde, sahilde denizi seyretmeyi hemen bırakın ve otelin
en yüksek tepesi olan tenis kortundaki toplanma yerine gelin"
Adanın tüm caddeleri Tsunami'den kaçış yollarını anlatan yönlendirme levhalarıyla donatılmış.
Çünkü deniz yaklaşık dört kilometre kadar içeri girerek canlar almış.
YUMURTA TACİZCİLERİ BUNLAR
Belek, Yunanistan'ın Zakintoş adasından sonra Avrupa'nın en büyük ikinci Caretta Caretta doğum evi olarak bilinir.
Tayland da dünyanın en büyük deniz kaplumbağası merkezlerinden.
Ancak son yıllarda kaplumbağa nüfusu giderek azalmaya başlamış.
Bizdeki gibi yuvalarının üzerinden inşaat uğruna dozer geçtiğinden dolayı değil.
Adamların,
yiyecek bir şeyleri kalmamış gibi, kuma gömülen yuvaları kazıp,
yumurtaları aşırıp yemesinden dolayı azalıyormuş deniz kaplumbağaları.
Bu yumurtalar seks gücüne ve cilde iyi geliyormuş da.
Biz erkeklerden korkulur doğrusu.
BİZDE SİYAM'IN KEDİSİ VE YAPIŞIK İKİZLERİ DE MEŞHURDUR
Ülkenin adı 1939 yılında Siyam'dan bağımsızlık anlamına gelen Tayland'a dönüşmüş.
Ancak o kahverengi-siyah kedilerine hala Siyam kedisi deniyor.
Siyam eski kralı Rama 4 ile bir İngiliz öğretmenin aşkını anlatan "Kral ve Ben" filmini ise kime sorsam küçümser bakışlarla gerçeği hiç yansıtmadığını söylediler.
Bindiğimiz taksilerin şoförleri genellikle sokaktakiler gibi olumlu insanlardı.
Sürekli olarak gülümseyerek sorduğumuız soru ve taleplerimize "yes" diyorlardı.
Bir ara şüphelenip de "Pakistan'ın başkenti neydi acaba" soruma da şoför "yes" deyince anladım ki adam beni anlamayıp geçiştiriyor.
Adaya yılda bir milyondan fazla turist gelmesine rağmen, yabancı dillere dine verdikleri, kadar önem vermiyorlar.
Sempatik rehberimiz "denizde köpekbalığı tehlikesi var mıdır acaba?" sorumuzu şöyle cevapladı:
"Phuket'te
kafanıza bir hindistan cevizi düşerek yaralanma ihtimaliniz, bir
köpekbalığı tarafından ısırılma ihtimaline oranla daha fazladır."
VE GELDİK BANGKOK'A..
Orijinal kısaltılmış adı Krung Tep olan bu özel şehir 1782 yılından bu yana ülkeye başkentlik yapıyor.
Altmış üç milyon olan toplam nüfusun on iki milyonu başkentte yaşıyor.
Bunların yüzde sekseni Tay kökenli, yüzde onu Çin asıllı, yüzde dördü ise Malay soyundan.
Köylü Tayland'ın da efendisi.
Çünkü nüfusun yüzde yetmişi çiftçi.
Ülkenin yıllık turizm geliri on milyar dolar düzeyinde.
Tayland'ı altmış yıldır ABD doğumlu kral Pum Pon yönetiyor.
Adeta Tayland'ın yaşayan Atatürk'ü.
Herkes onu seviyor, sayıyor.
Caddeleri onun ve eşinin otuz-kırk yıl önce çekilmiş resimleri süslüyor.
Nitekim taze darbeci askerler de hükümeti alaşağı etmelerine rağmen ona hiç dokunmadılar.
Gittiğim bir sinemada bitmek tükenmek bilmeyen reklamların ardından birden bütün sinema ayağa fırladı.
Ben, "Acaba salona bomba falan mı kondu" diye düşünürken birden perdede kralın görüntüleri belirdi.
Meğerse, bu geleneksel saygı duruşu her film öncesinde tekrarlanan bir ritüelmiş.
1932 yılında ülkenin monarşiden demokrasiye geçişi de krala olan sevgiyi azaltmamış.
BİZDE TRAFİK DIŞINDA HİÇBİR ŞEY YÜRÜMEZ..
"Biz adam olmayız hemşerim"in Taylandcası gibi bir sözleri var.
Aslında trafiğin de pek öyle ahım şahım yürüdüğü söylenemez.
İş saatlerinde saatte beş kilometre kadar yol alınabiliyor sadece.
Bisiklet, motosiklet, Tuktuk denen üç tekerlekli motosikletler yollarda çoğunlukla kullanılan araçlar.
Ancak kafatasları bizim kadar sağlam olmadığından olsa gerek, arkada oturanlar bile kask takıyor.
Otomobil pazarı Japonların elinde.
Avrupa arabalarını "çok sık arıza yapıyor" gerekçesiyle istemiyorlar.
Orta
halli bir Tayland'lının hayallerini herhangi bir Toyota model araba
süslerken, daha varlıklı olanlar, yine bir Toyota üretimi olan Lexus'u
düşlüyorlar.
Neredeyse tüm taksiler tertemiz ve markaları Toyota Camry.
YOK CANIM; BU DA MI BUDA..
Oturan Buda, Yatan Buda, Uyuyan Buda derken tapınak görmekten fenalık geldi.
Bilinen fıkradaki "bu da Buda, bu da Buda" durumuna geldik yani.
İ.Ö. 543 yılında başlayan bu ılımlı din ülke insanıyla çok iyi uyum sağlamış.
Her meydanda en az bir tane olmak üzere ülkede 32.000 tapınak var.
Tayland'da iki milyona yakın da Müslüman yaşıyor.
Çok renkli bir ülke.
Kralın arzusu üzerine büyük bir çoğunluk her gün farklı bir renge bürünüyor.
Ülke bir tür tek tip üniformaya giriyor adeta.
Günler ve renkler ise şöyle:
Pazartesi
sarı, Salı pembe, Çarşamba yeşil, Perşembe turuncu, Cuma mavi,
Cumartesi mor ve Pazar kırmızı renkli giysiler giyiyorlar.
BAŞIMA ÇOK İLGİNÇ BİR ŞEY DE GELDİ..
Ayıptır söylemesi, bugüne dek yirmi yedi ülke gördüm.
Sohbeti de sevdiğimden yerel halkla bolca söyleşmeye çalışırım.
Konu tabi ki futbola da gelir her seferinde.
Bangkok'da ilk kez bir taksi şoförü bana Fenerbahçe'yi sormasın mı!.
1967'den bu yana bana Galatasaray dışında bir başka Türk takımını soran yabancı çıkmamıştı yurt dışında.
Bir Galatasaray'lı olarak önce anlamamazlığa geldim.
"öyle bir takımı tanımıyorum" dedim.
Çekik gözlü arkadaş, "nasıl tanımazsın canım, sen hangi takımları biliyorsun ki memleketinde?" diye sorunca ben de "Galatasaray, Beşiktaş" deyince,
"Ee o zaman Fenerbahçeyi de tanıman lazım" diyerek yutmadı anlayacağınız.
Meğer Galatasaray ve Tarkan dışında, yarım yamalak da olsa bir başka dünya markamız daha oluşmuş da benim haberim yokmuş.
PATPONG ADINDA BİR UCUBELERİ DE VAR..
Patpong diye bir semte gece pazarı kuruyorlar.
Alanya'nın eski hali, Side çarşısı falan bunun yanında huzurla dolaşılan Akmerkez gibi kalır.
Sürekli olarak burnunuza satmak istedikleri bir malı dürterek kolunuzdan çekiştiriyorlar.
Elli dolardan kapı açtıkları bir malı, pazarlık meydan muharebelerinin sonunda üç dolara bile verebiliyorlar.
Rakamdan memnun kalmazlar ise Çin aksanlı ingilizceleri ile arkanızdan küfrediyorlar.
Pazar
standlarının aralarındaki, kapıları ardına kadar açık barlarda da, boş
gözlerle direklere tutunarak don-sütyen dans eden kızlar göze çarpıyor.
Çeşitli
organları ile bira kapaklarını bile açabildiklerini daha gelmeden duyup
da irkildiğim bu yerel sanatçıları izlemeye cesaret edemedik haliyle.
Patpong'u, Mahmutpaşa pazarının ortasına eski zaman pavyonları kurulmuş bir yer diye özetleyebilirim.
AMA TAYLAND BOKSU İZLENMEYE DEĞER..
Bu sakin insanların yegane sert gelenekleri dünyaya Kikboks adıyla kazandırdıkları ünlü Tayland Boksu.
Hani şu yumruk dışında uçarak veya durarak tekme de atılabilen sert erkek sporu.
Lumpinee Boks Stadyumu pek öyle estetik bir yer sayılmazdı.
Tepesi eternit kaplı, beyaz florasan lambalarla aydınlatılmış basit bir stadyum.
Ama içinde yaşananlar hiç de öyle turistik değildi.
Sporcuları, onların yandaşları, akrabaları ile bir sınav yeri gibiydi.
Ben ara sıra ringe bakmayı bırakıp seyircileri izlemeyi tercih ettim.
Onların yüz ifadeleri ve uğultuya dönüşen seslerinden maç hakkında, sanki seyrediyormuş gibi fikir sahibi oluyordum.
Tuttukları sporcu vurdukça, onlar da ileriye doğru hamle yaparak havaya yumruk atıyorlardı.
Sporcu
yumruk ya da tekme yedikçe de surat ifadeleri acı içinde değişip
topluca geriye doğru gidiyor ve sanki acıyı onlar çekiyorlarmış gibi
yüzleri ekşiyordu.
Sise dönüşmüş sigara dumanı, bahisçilerin çığlıkları, havada uçuşan paralarla, sanki "Avcı" filminin o unutulmaz "Rus ruleti" sahnesini canlandırıyorlardı.
ZARARSIZ BİR YILAN DA GÖRDÜK..
Son olarak bir ilginç olay daha anlatıp bitiriyorum.
Fil, maymun gibi bizde olmayan egzotik hayvanları ormanlarında bolca mevcut zaten.
Yüzen Pazar denen mutlaka görülmesi gereken yerin dönüşünde bir orkide bahçesinin restoranına gelmiştik.
İçinde ağaç dalları, çeşitli bitki atıklarının da yüzerek geçit resmi yaptığı bir nehrin yanıbaşındaydı lokantamız.
Sonuna kadar hiç bitiremediğimiz bir başka tuhaf Tay yemeğini eşeliyorduk.
Tam o sırada birkaç metre ötemizden kocaman kafasıyla sağı solu gözlemleyerek yüzen bir yılan geçti.
"aman o da neyin nesiydi" diye meraklı gözlerle arkasından baktığımızı gören rehberimiz bizi şöyle sakinleştirdi:
"korkacak bir şey yok, o bir Piton, zehirsizdir, avını boğarak öldürür"
Bayağı rahatlatıcı oldu bizim için anlayacağınız.
Dünyanın bu özel, görülesi köşesini görmeyenlere hararetle tavsiye ederim.
Bizi olduğu gibi sizi de, sımsıcak gülümsemeleri ve havaya doğru birleştirilmiş ellerini burunlarına deydirerek saygı ile SAWADİKA (merhaba) diyerek karşılayacaklarından hiç kuşkunuz olmasın.
Tunç Müstecaplıoğlu
30.10.2006